Garip bir Lozan tartışması
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) geçmişte Türkiye ve Yunanistan’a izlemiş olduğu azınlık politikalarından dolayı eleştiri getirirken, iki tarafa da tavsiye niteliğinde, “Lozan’ı aşın” çağrısında bulunmuştu. Bu haklı bir taleptir.
Tufan Bozkurt
Lozan Antlaşmasının 93. yıl dönümü vesilesiyle devletin en üst kademesindeki yöneticinin Lozan ile ilgili yapmış olduğu açıklama oldukça manidardır. Cumhurbaşkanının Lozan Antlaşmasına yönelik eleştirisinin satır başında, “Tarihte bize ne yaptılar. 1920’de bize Sevr’i gösterdiler, 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı. Her şey ortada” şeklindedir.
Cumhurbaşkanının, “Birileri bize Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı” açıklamasını iki yönden okumak gerekiyor. Yapılan açıklamada vurgulanan ve Lozan’a yönelik eleştirinin ana temasını oluşturan husus, Ege adaları ve kıta sahanlığı sorunu üzerinedir. Lozan’a yönelik Ege adalarının Türk-Müslüman olduğu çıkısı üzerinden yapılan bir açıklamanın haklı yönleri olabilir. Bizim için bunu bir sorun olarak ele almamıza neden olan ve Lozan Antlaşmasını bizim de olumsuzlamamıza sebep olan itkiyse, Cumhurbaşkanının ortaya koymuş olduğu yaklaşımdan bir hayli farklıdır. Devletin en üst düzeyinden yapılan Lozan çıkışının biri olumlu biri olumsuz iki yönü bulunuyor. Olumlu yönü, Lozan Antlaşmasının hükümlerinin Türkiye devleti nazarında başarısız olan bir antlaşma olarak görülmesidir. Evet, çıkış haklıdır.
Gelgelelim, Lozan Antlaşmasını olumsuzlayan bakış açısının sorunu temellendirme noktası problemlidir. Bu da Lozan çıkışının olumsuz boyutudur; çünkü yapılan açıklamada, “savaşta kazandık, masada kaybettik” düşüncesinin izleri bulunuyor. Böylesi bir temellendirmenin, ülkenin demokratik siyasal yaşamının gelişimine katkı sağlayıp sağlayamayacağı hususu düşündürücüdür. Kanımca Lozan problemlidir. Ancak yapılan açıklamanın Lozan Antlaşmasını yapan düşünceyi eleştirme boyutunda dayandırdığı dayanak, onu eleştirdiğiyle bütünleştirir kılar.
Peki, bu nasıl oluyor? Lozan’a benim getirdiğim eleştiri, bu antlaşmanın ülkenin demokratik gelişimini katkı sağlamasından öte zorlaştırmasınadır. Bu bakımdan Lozan müzakerecileri ile şimdi hükümetin devlet geleneği birebir uyuşma eğilimindedir. Lozan’da bir “zafer” kazanılmıştır ve şimdiki devlet geleneği de bu, zamanında kazanılan zaferin perçinlenmesini gerektirecek politik yönelime uygun bir hat izliyor. Bir tarafıylaysa, zamanında masada kazanılan zaferin “bedelini” ödüyor. Bu politik açmazın bedeliniyse doğal olarak devletten ziyade toplumsal çevreler ödüyor. Bu sebepler durumun bir hükümet sorunu olmadığını, bir devlet siyasetinin geldiği aşamanın toplumsal çevreleri doğrudan etkilediğini gözler önüne sermesi bakımından anlamlıdır.
Peki, bu nereden ileri gelir? En basitinden Lozan Antlaşmasının azınlıklar sorununa bakışı ve bunun Türkiye devleti tarafından yorumlanması, Türkiye’de 1923 yılından beri büyük bir kaos ortaya çıkarmıştır; çünkü Lozan’da azınlık olarak görülen ve devletin kendi yorumunca azınlık gördüğü kimlikler Ermeni, Rum ve Musevilerdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin topraklarında yaşayan Ermeni, Rum, Museviler haricindeki diğer kimliklerse azınlık olarak görülmezler. Ancak Ermeni, Rum ve Museviler azınlık olarak değerlendirilmelerine rağmen, uygulanan tektipleştirici politikalar, bu kimliklerin dahi Türkiye kamusal alanında susturulmalarına neden olmuştur.
Böylesi bir yapıda Türk ve Müslüman olmaktan başka bir çareleri kalmayan kimliklerin kimlik mücadeleleriyle, devletin bunları bastırması at başı gittiğinden, yaşadığımız toplumsal ilişkilerde büyük bir açmaz ve yara ortaya çıkmıştır. 93 yıllık devlet geleneğinde gelinen aşamada devletin ileri gelenlerinin bundan dert yanmayıp, Ege adalarından dert yanmaları, işte bu nedenden hükümeti, Lozan müzakerecileriyle şimdiki hükümetin aydınger kağıdıyla çizimi yapıldığında bir bütünlüğün resmi olduklarının göstergesi konumuna itiyor.
Lozan Antlaşmasının hükümleri baz alındığında, Lozan’dan dert yanan devlet geleneği, her seferinde sorun, azınlıklara geldiğinde, “Lozan Antlaşmasıyla sizin durumunuz bellidir” tavrına girerek Lozan’ı işaret edip, Ege ve benzeri meselelerde de, Lozan’a sırtını yaslama derdindedir. Geçmişte de Kardak Krizi gibi olaylarda bunun yansılarıyla karşılaşmıştık. Ancak azınlıklar açısından sorunun vahameti büyük problemler içeriyor.
Öyle ki, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) geçmişte Türkiye ve Yunanistan’a izlemiş olduğu azınlık politikalarından dolayı eleştiri getirirken, iki tarafa da tavsiye niteliğinde, “Lozan’ı aşın” çağrısında bulunmuştu. Bu haklı bir taleptir. Lozan’ın aşılmaması halinde Türkiye’deki azınlıklar için çıkmaz sürekli ilerleyiş gösterecektir. Mesela hiç mevcut durumdaki Kürt sorunu ya da diğer azınlık kimlikler sorununa girmeden gayrimüslim bir azınlık olan kadim Süryani halklarının istemleri bunun en bariz örneğidir. Kendi okulları ve dini örgütlenmeleri için ve en önemlisi benliklerinin tanınması için mücadele eden Süryanilerin kiliseleri ve toprakları bile işgal altındayken, bu halka mensup bireyler, kimlik haklarının tanınması ve azınlık olduklarının devlet tarafından tanınarak sabitlenmesi adına çaba sarf ediyorlar.
Gelin görün ki, ısrarla Türkiye’deki iktidar geleneği tarafından azınlık olarak değerlendirilmeyen bir kimlik olan Süryaniler, Lozan’ın sonucu olarak devletin sürekli Lozan’ı işaret etmesiyle kimlikleriyle bütünleşemiyorlar. Süryanilerin yaşamış olduğu bu açmazı diğer azınlık dini ve milli kimlikler de her halleriyle yaşıyorlar. Bu sebepten Lozan Antlaşmasının gözden geçirilerek sonuçlarının “zafer” şeklinde deklare edilmemesi bir elzemdir. Bunun tam tersi her çıkışsa, sorunlu gündelik hayatımızın daha bir sorunlu olacağına delalettir.