Türkiye’nin ulusal güvenlik stratejisi: Bir varmış, bir yokmuş? 

Türkiye’nin ulusal güvenliği ciddiyetle ele alınması gereken bir konudur. Böylesine ciddi ve yaşamsal bir konuda meseleyle ilgisi olmayan bir konuşma içine birkaç cümleyle sıkıştırılmış bir strateji değişikliği, özünde doğru olsa da, yeterli ve sağlıklı olamaz.

Google Haberlere Abone ol

Faruk Loğoğlu 

19 Ekim 2016 tarihinin Türkiye’nin geleceği yönünden adeta kaderini etkileyebilecek en önemli kırılma noktaları arasında anılacağını düşünüyorum.  O gün Cumhurbaşkanı Erdoğan muhtarlara yaptığı bir konuşmanın arasına sıkıştırdığı birkaç cümleyle ülkemizin ulusal güvenlik stratejisinin esastan değiştiğini ilan etti.  Bu çıkışın Anayasamızın ilgili hükümlerine uygunluğu meselesini hukukçulara bırakarak, ben durumu ülkemizin güvenliği açısından ele alacağım.  Fakat önce bu bağlamda uluslararası pratiğin ne olduğuna kısaca göz atmamız yararlı olacaktır.

Günümüzde birçok ülkenin “ulusal güvenlik stratejisi” (UGS) belgeleri vardır: ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Japonya ve Çin’in yanı sıra Ermenistan ve Nijerya gibi ülkeler de ulusal güvenlik konusuna ilişkin algı ve yaklaşımlarını resmen yayınladıkları bu belgeler vasıtasıyla iç ve dış kamuoylarıyla paylaşırlar.

UGS’ler ne anlatır ve ne işe yarar? Bu belgeler ortalama 30-40 sayfadır.  Dolayısıyla kapsamlı ve ayrıntılıdır.  Çok yönlü çalışma ve değerlendirmelerin ürünüdür.  Adı üzerinde olduğu gibi UGS o devlet yönetiminin gündemdeki güvenlik kaygılarını ve nedenlerini, algılanan tehdit ve tehlikelere karşı nasıl bir karşı koyma stratejisi tatbik edeceğini,  bu çerçevede dış ilişkiler, ekonomi, ticaret, iletişim gibi farklı alanlarda izleyeceği politikaları açıklayan bir belgedir.  Amaç,  ülke halkına ve uluslararası kamuoyuna mesaj vermek ve hasım ülke ve çevrelere bir anlamda ön uyarıda bulunmaktır!

Rusya’nın Başkan Putin tarafından imzalanmış 2016, ABD’nin Başkan Obama tarafından imzalanmış 2015 tarihli UGS belgeleri önemli son örneklerindendir.

Rusya’nın belgesinde ABD kaynaklı biyolojik silahlar tehdidi, NATO’nun genişlemesi, Ukrayna, nükleer silahlar ve ekonomik ve mali tehditler gibi başlıklara yer verilmektedir.  ABD belgesinde de terör, kitle imha silahları, bölgesel ihtilaflar, iklim değişikliği, küresel sağlık, enerji güvenliği, demokrasi ve sivil topluma destek gibi unsurlar yer almaktadır.

Türkiye’deki duruma gelince bizde de devletin “Milli Güvenlik Siyaseti” (MGS) isimli böyle bir belge mevcuttur.  Konu, Anayasal (Madde 118) bir kuruluş olan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ve MGK Genel Sekreterliği 2945 sayılı Kanunu'nun 2. maddesinde tanımlanmaktadır. Bu maddeye göre,  milli güvenlik; Devletin anayasal düzeninin, milli varlığının, bütünlüğünün, milletlerarası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik dâhil bütün menfaatlerinin ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunması ve kollanmasıdır.  Devletin Milli Güvenlik Siyaseti (MGS) ise milli güvenliğin sağlanması ve milli hedeflere ulaşılması amacı ile Milli Güvenlik Kurulunun belirlediği görüşler dâhilinde, Bakanlar Kurulu tarafından tespit edilen iç, dış ve savunma hareket tarzlarına ait esasları kapsayan siyasettir.

Türkiye’yi bu konudaki genel uygulamadan ayıran iki noktadan biri emsallerinden farklı olarak MGS’nin hem iç, hem dış tehditleri kapsamasıdır. Diğeri ise, kamuoyunda “Kırmızı Kitap” olarak bilinen MGS’nin, yasada “Çok Gizli” olarak tasnif edildiği için kamuoyuna açıklanmasının mümkün olmamasıdır.  (ABD’nin “gizli” kaydını taşıyan bir de “Milli Askeri Stratejisi” “National Military Strategy” belgesi vardır ki bu siyasi nitelikli UGS hedeflerinin askeri karşılığını oluşturur.) MGS’de değişiklikler de Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğince hazırlanır.  Etraflı çalışma ve incelemeler sonrasında varılan sonuçlar MGK’da tartışılır, değerlendirilir ve tavsiye kararları alınır.  Ve nihayet uygun görülen değişiklikler MGK’nın tavsiye kararları doğrultusunda Bakanlar Kurulu tarafından tespit edilir.

Anayasa kuralı ve usul böyle olmakla beraber, Cumhurbaşkanı Erdoğan 19 Ekim 2016 tarihinde muhtarlarla yaptığı bir toplantıda Türkiye’nin güvenliği konusunda yeni bir sayfa açıyor:

“Terörle mücadelede, kardeş kavgalarında binlerce neslimizi kaybettik. Artık bedel ödemek istemiyoruz. Türkiye artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz, bıçak kemiğe dayanana kadar sabretmeyeceğiz, artık sorunların üzerine biz gideceğiz. Terör örgütlerinin bize saldırmasını beklemeyeceğiz, nerede yuvalanıyorsa tepelerine bineceğiz.”

Bu söylemle, Cumhurbaşkanı Erdoğan beklenmedik bir an ve ortamda,  a) mevcut ulusal güvenlik stratejisinin bittiğini ve b) ön alıcı darbe veya önleyici meşru savunma olarak tarif edilebilecek yeni bir doktrin ilan etmiş oluyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu açıklamasıyla Türkiye’nin bundan böyle ulusal güvenliğini tehdit eden her oluşumu sınırlarımızın ötesinde de olsa yerinde vurarak bertaraf etme stratejisi uygulayacağını haber vermektedir. Bu fevkalade önemli bir gelişmedir.  Bu doktrin, daha mürekkebi kurumadan, Fırat Kalkanı operasyonu ve Irak politikamıza da gerekçe olarak gösterilmektedir.

Aslında “ön alıcı darbe” (pre-emptive strike)  doktrini yeni değildir. Kavram, 2002 yılında ABD Başkanı Bush tarafından 11 Eylül saldırılarına karşı ulusal güvenlik stratejisinin ana teması olarak belirlenmiştir. Bu yeni doktrine göre, haydut devletler ve terörist örgütlerce yapılacak olası saldırıları önlemek ve etkisizleştirmek amacıyla ABD’nin askeri güç kullanma hakkı vardır. Bu anlayış bir bakıma yabancı ülkelere defalarca askeri müdahale bulunmuş olan ABD için müdahale alışkanlığının 11 Eylül terör saldırıları karşısında sadece revize edilmiş halinden ibarettir. Bu doktrin ABD’nin 2003 yılında Irak’a saldırısının gerekçesi olarak pazarlanmıştır.  O tarihlerde ABD’de de, dışarıda da bu yeni doktrin meşruiyeti yönünden siyasetçiler ve hukukçular arasında yoğun tartışma ve itirazlara neden olmuştur.

Bu itirazlar genelde “ön alıcı darbe” doktrininin uluslararası teamül kuralları, uluslararası hukuk ve BM Yasası/BM Güvenlik Konseyi kararlarına uygunluğu/aykırılığı gibi noktalarda toplanmaktadır. Anılan stratejiyi aynen benimsediği için, Türkiye’yi de doğrudan ilgilendiren bu itiraz ve tartışmaların bizim de farkında olmamız gerekiyor. Uluslararası teamül hukukuna göre “açık ve yakın tehlike” hali muhatabına önleyici savunma hakkını tanımaktadır.  Ancak, bu hakkın kullanımında tepkinin zamanlaması ve tehlikeyle orantılı olması ve tehlike kaynağının bir başka devlet olması gibi bazı koşullar aranmaktadır. Öte yandan, uluslararası yazılı hukuk ise “açık ve yakın tehlike” olgusunu yeterli bulmuyor ve meşru savunma hakkını ancak fiili bir silahlı saldırının vukuu halinde tanıyor.  BM Yasasının 51. Maddesi de zaten bu şekilde kaleme alınmış.

Ancak, BM Yasasının yazıldığı dönemdeki koşullar ile alandaki aktörlerin çeşitliliği, şiddet ve silahların kullanımı bakımından bugünün şartları birbirinden çok farklı.  Önceleri çatışmalar düzenli ordular arasında olurdu.  Günümüzde ise terör örgütleri, hatta sadece üç-beş kişi bile çağımızın teknolojik imkânlarını da kullanarak vahim sonuçlar doğuran terör eylemleri gerçekleştirebiliyorlar.  Diğer bir deyişle, güç kullanımı devletlerin tekelinden çıkmıştır.  Teröristler hem bulundukları ülke devletine karşı, hem sınır ötesi saldırılar düzenleyebiliyorlar. Üstelik bugün IŞİD örneğinde olduğu gibi belirli topraklar üzerinde egemenlik ilan edip devlet gibi hareket eden terör örgütleri bile var.  İşte bu gelişmeler uluslararası teamülün kabul ettiği “ön alıcı darbe” hakkının kullanılmasını kolaylaştırıyor, haklı kılıyor.

Dolayısıyla, yukarıda anılan bağlamı akılda tutarak Türkiye’ye döndüğümüzde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bahse konu söyleminde bir haklılık payı vardır.  Türkiye terör saldırılarına karşı kendini savunma hakkını elbette kullanacaktır.

Ancak, gelişmelere bir bütün olarak ve daha geniş bir planda baktığımızda Türkiye’nin sınır ötesi niyet ve operasyonlarının ucu açık belirsizlikler ve tehlikelerle dolu olduğunu görürüz.  Bu doktrinin, bugüne kadar izlenenden daha maceracı bir politikanın sanki alt yapısını oluşturabileceği izlenimi edinilmektedir.  Suriye ve Irak operasyonlarının terör saldırılarına son vermek amacıyla yapıldığı doğrudur.  Bu amaçla sınırlı kalması ve komşu ülkelerin meşru yönetimlerinin rızasıyla yapılması kaydıyla bir çıkış stratejisi içerirse haklı ve yerindedir.  Ancak bu operasyonların Lozan, Musul, PYD/YPG başlıklarıyla birlikte telaffuz edilmesi Hükümetin terörle mücadelenin ötesinde de hedefleri olabileceği izlenimi yaratmaktadır.  Bu bağlamda yeni doktrin AKP iktidarı tarafından yıllardır izlenen Sünni eksenli mezhepçi dış ilişkiler yaklaşımının askeri aracı olarak da değerlendirilebileceği açıktır.  Cumhurbaşkanı Erdoğan’a atfen basında yer alan Türkiye “ya büyür, ya küçülür!” ifadesi, doğruysa, bu olasılığı güçlendirmektedir.  Ayrıca, gerek Suriye, gerek Irak’taki askeri varlıklarımızın Bağdat ve Şam hükümetlerinin rızası hilafına ve itirazlarına rağmen oralarda faaliyet göstermesi “ön alıcı darbe” hakkımızı önemli ölçüde meşruiyetten yoksun kılmakta ve aslında terörle mücadeleyi zayıflatmaktadır.  Teröre karşı mücadele komşu ülkelerin egemenliklerini ihlal etme hakkı tanımamaktadır.

Son sözümüz: Türkiye’nin ulusal güvenliği ciddiyetle ele alınması gereken bir konudur. Böylesine ciddi ve yaşamsal bir konuda meseleyle ilgisi olmayan bir konuşma içine birkaç cümleyle sıkıştırılmış bir strateji değişikliği, özünde doğru olsa da, yeterli ve sağlıklı olamaz. Dolayısıyla, “ön alıcı darbe” doktrininin, eğer henüz yapılmamışsa, Anayasa ve yasalarla öngörülen esaslara uygun olarak, Milli Güvenlik Kurulunda etraflıca görüşülüp değerlendirilmesinden sonra Bakanlar Kurulunca uluslararası hukuka uygun bir zemine oturtulması ve bir strateji olarak benimsenmesi her zaman çok daha sağlıklı ve yerinde olacaktır.  Öte yandan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu çıkışını bir usul değişikliği izleyebilirse çok önemli bir yarar da bu vesileyle sağlamış olur. Tartışılmasını önerdiğim düşünce şudur: MGS’nin iç tehditler bölümü ve ayrıca belirlenecek askeri planlamalar kısmı yine “çok gizli “ olarak tasnif edilir, fakat dostun düşmanın bizim de nerede durduğumuzu anlamaları ve zihin berraklığı için de dış tehditlere ilişkin siyasi bölümleri ise kamuoyuyla paylaşılır!