Tahir'in ardından: Ölüm ve Yas
Rivayete göre, Hz. İbrahim vefat ettiği zaman Tanrı kendisine: “Halîlim! Ölümü nasıl buldun?" diye sorar. “Islak yün yumağının içine batırılmış kızgın bir şiş gibi hissettim” diye cevap verir, Harrânî kavimlerin kadim peygamberi. Tanrının ölüm acısını idrak etmesi anlamına gelen bu rivayetteki gibi, “kadim toprakların” altın kalpli evlatlarının ölümü karşısında bu kızgın şişi tekrar hissettik.
Dr. Azad Barış
Tahir'in ölümünün acısı yüreği doğrudan hançerleyen bir ölümdür ve yası öfkeyle iç içedir. İnsan ancak içine ağlar ve iç de kendine öfkelenir. Ölüm olgusu bu acı öfkenin karşısında silinir gider. Hiçbir imge içimizdeki o ani hain hançerin acısını anlatamaz. Bin yıllardır talihimizin karanlık rehberi olmuş ölüm meleği bile böyle bir ölümü karşılamaya hazır değildir. Dolayısıyla insanlık tarihinde şimdiye kadar hiçbir şey ölüm gibi tahrip edici ve yas kadar örseleyici olmamıştır.
Birçoğumuz onun her şeklinden ziyadesiyle korkar, onu düşünmekten kaçınır, kendimizin ve sevdiklerimizin onun çemberine girmemesi için dua ederiz. Oysa bu Çember yaşamın diyalektik gerçeğidir. Lakin bütün canlı organizmalar için tek mutlak gerçek bu çemberdir. Bu acı hakikat, varoluşun temelinde yer almaktadır. Dolayısıyla, ölümden kaçınamayacağının farkına varabilen insana varoluşsal manada derin bir korku da yaşatmaktadır. Söz konusu korkunun dönüştüğü nokta ise, sürekli kuşkulu bir varoluş halidir. Belki de "hakikat evveli" tek hakikat budur insanlığın tarihinde.
Buna bağlı olarak ölümün anlamı, hem kişisel hem de sosyo-kültürel pek çok belirleyiciye bağlıdır. Ölümün anlamı ölüm olayının yaşanmasına bağlıdır, ölüm olgusu karşısındaki duygulara ve yorumlara bağlı değildir. Yas ise ölüm nedeniyle yakınını kaybeden kişinin içinde bulunduğu ara durumdur. Yas, ölümün ardından duyulan şiddetli ruhsal acı ve elemi içerir. Ölüm geride kalanlara hem fiziksel hem de ruhsal çöküntüler yaşatır. Bu özellikle beklenmedik ölümler ve öldürülme olayları için geçerlidir. Beklenmedik ölümlerin karşısındaki şok ve yasın büyüklüğü ne kadar ağır olursa olsun, kasıtlı olarak gerçekleştirilen bir öldürülme vakası kadar ağır değildir. Tarihten bugüne kadar hiçbir olay, insanın insanı öldürme cüretkârlığı kadar insanlığın kadim değerlerini sarsmamıştır. Çünkü insanın insanı öldürme cüretkârlığı, Habil ve Kabil'den beri en merhametsiz kavga ve savaşları ortaya çıkarmıştır. Ve savaş, tarihin bütün yaratımlarına karşı “savaş hilelerine” başvurarak karşısındakini barbar ve ortadan kaldırılması gereken yaratık olarak görmüştür. Dolayısıyla savaşlar neticesinde insanı öldüren insan bütün ortak bağları koparmış ve insanlığın ortak mirasını acı ve yasa boğmuştur. Bugün, bütün Kürdi coğrafyada ölümler karşısında büyük bir matem ve öfke mevcuttur. Öldürülen her can için acı ve ona bağlı olarak yas, acıların en yakıcısı haline gelmiştir.
Hazin olan bu durum, üç aşamalı bir acı mefhumunu ortaya çıkarmıştır; yani ölen, öldüren ve geride kalanların her biri ayrı ayrı bu acıyı tesirli bir şekilde yaşamaktadır. Her birinin kaybı, birer kıyamet anısı olarak derin izler bırakır. Söz konusu bu kıyamet anısı toplumların tarihsel belleklerinde bir metamorfoz olarak yer edinir. Her ne kadar yıllar geçip o acılar unutulma eşiğine gelse de, ölüm acısının o başkalaştırıcı hükmü tarihin belleğinde etkin bir şekilde kalır. Kasıtlı ölüm ve onun ağır acısı, evrensel açıdan ilerlemenin sürekliliğini sağlayan birçok kadim değerin de yıkımını beraberinde getirir.
Maksat ve mefkûreden ötürü planlanmış ölüm, insanı insan yapan en kadim değer olan etik ve vicdanı da kahırlı bir trajediyle karşı karşıya bırakır.
Bu çaresizliği derinleştiren esas acı sadece kayıp acısı değil, onu ağır ve anlaşılmaz kılan, böylesi ölümlerin karşısında aklın ve dilin tutulması ve acının ruhun bütün parçalarına sirayet etmesidir. Anlamsız “kahramanlık mitlerinin” serabından kurtulmuş ve tarihin nefret tarlalarında ekilen “ırkçılık zıkkımında otlanmamış” herkes sıradan ve doğal ölümün bile ne kadar acı olduğunu bilir, çünkü her ölüm dolaysız bir kayıp ve her ebedi zayiat çok yüklü bir “mefruşattır”, insan ruhsallığında yeri her vakit münhal kalır.
Böylesi bir ölüm acısını yaşamamış kişilerin, onu başka acılarla kıyaslayarak yahut başkasının yaşadığı acıyı idrak etmeye çalışması ne denli içtenlikli de olsa her halükarda beyhude kalacaktır. Çünkü ölüm acısı yalnızca ölümle yaşanabilen büküntülü bir durumdur hayat karşısında. Dolayısıyla bu emsalsiz acı beşeri ruhsallığın her tarafını sarar, giderek onun bir parçası haline gelir ve hatta zamanla soyut bir yangına dönüşür. Ne var ki bu yangın yaşam boyunca hem maddi hem de manevi manada ulaşabildiği hey şeyi küle çevirir. Yıllardır ölümlü bir hayatsızlığın pençesine atılmış biz Kürtler, bu büküntülü acı ve yangını içimizde lal çığlıklarla ziyadesiyle yaşıyoruz. En güncel savaş hilesi diyebileceğimiz şehirlerin yıkımı ve insanların toplu ölümü, bu acı hakikati ne yazık ki bizlere tekrar yaşatmıştır. Bunun en belirgin şekli, barışın en cesur insanı sevgili Tahir Elçi’nin namertçe ensesinden vurularak öldürülmesidir. Bir yıl önce kalbimize saplanan o hançer bin yıl sürecek bir acı bıraktı ruhumuzda. Barış elçisinin öldürülmesi Kürtlerle devletin arasına tarihin ve vicdanın unutamayacağı bir "kan davası" olarak girdi.
Çünkü Tahir’in ölümü bu coğrafyada acının algısının ve ifadesinin de “ırk ve soydaşlık” kategorisine göre değiştiğini bize çok bariz bir şekilde göstermiştir. Bu fark o kadar belirgindir ki, Fırat’ın ötesinde yaşanan acı ve feryat, devleti daha da bütünleştiren bir sevince doğru sürüklemiştir.
Çünkü devletin kuruluş esprisi halen değişmediği için, Kürt’ün veya ötekilerin ölümünün ve hatta felaketinin onun iç dinamiklerini gizliden gizliye beslediği ortadadır. O, Kürtlere ölüleri arkasından yas tutmayı bile yasaklı hale getirmiş ve son icat olarak ta toplu infazlar ve cenazeleri günlerce rehin tutup ölüye bile hürmet etmekte aciz kalmıştır. Kendisini “İslami geleneğin en sahici vârisi” olarak gören AKP'nin bu ölüm acısının beşeri ruhun üzerindeki ağırlığını idrak etmesi için, belki de Hz. İbrahim’in ölüm esnasında söylediklerine bakmakta yarar vardır.
Rivayete göre, Hz. İbrahim vefat ettiği zaman Tanrı kendisine: “Halîlim! Ölümü nasıl buldun?" diye sorar. “Islak yün yumağının içine batırılmış kızgın bir şiş gibi hissettim” diye cevap verir, Harrânî kavimlerin kadim peygamberi. Tanrının ölüm acısını idrak etmesi anlamına gelen bu rivayetteki gibi, “kadim toprakların” altın kalpli evlatlarının ölümü karşısında bu kızgın şişi tekrar hissettik. Evet, bazılarımızın içi elbette yanıyor, yürekleri sızlıyor ama hiç kimsenin vicdanının da rahat olmadığı ortadadır. Çünkü bizler, bu ölümler karşısında yeterince dik duramadık ve devletin bu savaş hilesini yeterince ifşa edemedik. Tabii ki erk sahibi bu “ölümlü zatların” böyle bir dertlerinin olmadığı, bildiğimiz hakikatlerden biridir. Zira erk ve ideoloji, onların en acı veya mutlu anılarını bile inkâra sürüklemiş, onları garip bir “mekruhluğa” sürüklemiş, gerçeklik algılarını kökten sarsmış ve onları bir yanılsama dünyasına fırlatmıştır. Bu fırlatılmışlık, onları hayatın bütün biçimlerine karşı aciz, sefil ve çaresiz bırakmıştır.
Son ölümlerle ilgili devletin bu tutumu tam da bu çaresizliğin ortaya çıkardığı gözü dönmüşlüktür ve azimli olan muhalif akıl ve vicdana karşı pratiğe geçirdiği sembolik bir son yıkım şeklidir. Bu sembolün kapsadığı yeni alan ise, aydın/entelektüel sınıfın yanı sıra feraset ve vicdan sahibi metanetli insanların hedef seçilmesidir. Onun için Tahir’in şahsında seçilen hedef ve başvurulan eylem biçimi her ne kadar tüm bir düşünür meşrebi kapsıyorsa, yüzlerce gencin ölümü de bütün bir geleceği kapsamaktadır. Dolayısıyla hedeflerin sınıflandırması ve eylemlerin niteliği tekinsiz zamanlara açılan yeni kapıların çalınmasına ve de yeni “evlerin” yıkımına işaret etmektedir. Yani ne Tahir’in öldürülmesiyle ne bir bir yakılan “o gençlerin” salt aile evleri yıkılıyor veya ocakları sönüyor, aynı zamanda bütün Kürtlerin evlerine de gazap ateşi düşmüş oluyor.
Onun için bu ölümler ve sonrasındaki yangın, tüm Kürt coğrafyasını sarmış ve basiretin de sınırlarını zorlamıştır. Her geçen gün daha da yayılan bu cehennemi yangının önüne bir an önce geçemesek korkarım er geç sizleri de yakar…