Sevdiği filmlerden karelerin sonsuzluğu içinde uyusun...
"Mithat Bey’i en sevdiği yönetmenlerle tarif etmek ona en yakışanıdır herhalde. Bergman'ın kasvetinden de, Woody Allen'ın kendiyle fazla meşgul huysuzluklarından da nasibini almıştı. Kieslowski’deki hümanizmi kendine yakın bulduğunu fark etmek zor değildi. Fassbinder’i çok karanlık bulur ama yine de sevmeden edemezdi..."
Abbas Bozkurt
Üniversite yıllarında aldığım onca dersin içinde tek bir tanesi var, o dersin bir ânını hiçbir zaman unutmam. Yaşama dair bir şey kavradığımı fark ettiğim ilk anlardan biridir o. Aldığım ilk sinema dersiydi. “Vive L’Amour” diye bir film izlemiştik, onu tartışıyorduk. Bir film üzerine saatlerce konuşma lüksümüz vardı o yıllarda. Ana karakter filmin finalinde uzun uzun, dakikalarca ağlıyordu. Tartışmanın sonunda Mithat Bey (Alam) söz aldı. Filmin sonunun olabilecek en umutlu şekilde bittiğini düşünüyordu Mithat Bey. “Ağlıyorsan yaşıyorsun demektir.” Böyle demişti. Çok basit bir gözlem, ama bendeki tesiri büyük oldu. Sinemayla kurduğum ilişkinin temelinde bu türden gözlemlerin, sizi bir anda filmin dünyasından çıkarıp yaşama bağlayan ufak bilgelik anlarının yattığını şimdi fark ediyorum.
Birkaç yıl önce, sağlık sorunları nedeniyle ders vermeyi bırakana kadar, Mithat Alam’ın sinema dersleri çok meşhurdu Boğaziçi Üniversitesi’nde. Onun adını duymayan yoktu. Yayıncılığın en zor olduğu dönemde bir sinema dergisini, Altyazı’yı kuran insanlara ilham vermiş, mütevazı olanaklarına rağmen bir üniversitenin sınırlarını aşıp tüm film sektörüne tesir edebilmiş bir film merkezini, Mithat Alam Film Merkezi'ni sıfırdan kurmuştu. Ben de onun derslerini almak için bir yandan can atar bir yandan da çekinirdim. Eğer ondan bir ders alırsan, perşembe ve cuma günlerini toptan unut, sabahtan akşama film izleyip sohbet ediyorsun diye anlatırlardı. Biraz gözüm korkmuştu. Sinema dersleri iyiydi güzeldi de, bana nasıl bir faydası olacaktı?
'O CÜMLEYİ KURDUĞUM ÂN İLGİSİNİ ÇEKMİŞTİM'
Bir gün Mithat Alam Film Merkezi’nin bahçesindeydik, çok iyi hatırlıyorum. Arkamda olduğunu sonradan fark ettim. Tsai Ming-liang'ın "Elveda Sinema"sından bahsederken kulak misafiri olmuştu. Böyle tanıştık. "Bu filmlerde karakterle değil, mekânın, sessizliğin kendisiyle özdeşleşebiliyorum ancak" demiştim ben. Sohbet uzamıştı. Bir yere oturmuştuk artık. O cümleyi kurduğum an ilgisini çekmiştim Mithat Bey'in. Benim farkında olmadığım sinema sevgimle benden çok ilgilenmişti. O gün ben biraz çekinip kaçmaya çalışsam da bırakmadı beni. Oracıkta sinema sorgusuna çekti. Sonra da irtibatı kesmeme izin vermedi. Derslerini almam için ikna etti. Sonrasında 3 dönem dersini almış, o 3 dönem boyunca filmler hakkında konuşurken, kendime dair daha önce hiç fark etmediğim bir şeyi fark etmiştim. Beni sinema hakkında yazmaya zorlamasaydı, filmlerden çıkarken bende kalan duyguları kendime saklardım muhtemelen. Sinemadan bahsetmek hâlâ, her türlü gündemde bir nebze şevk uyandırabiliyorsa bunu ona borçluyum. Bu hissimde yalnız olmadığımı da biliyorum. Çok iyi bildiğimi sandığım pek çok yönetmenle yeniden tanıştırmıştı beni Mithat Bey’in sinema dersleri. Fassbinder’le, Kieslowski’yle, Bergman’la silbaştan tanıştım. Filmlerin, yönetmenlerin zihnine açılan kapıyla, oradan dönüp dolaşıp kendi zihnimle nasıl ilişki kurabildiğini bu derslerde kavradım.
Mithat Bey’i en sevdiği yönetmenlerle tarif etmek ona en yakışanıdır herhalde. Bu türden oyunları çok severdi. Sevdiği yönetmenlerin, sevdiği filmlerin adını zikretmek için türlü türlü oyunlar, listeler icat ederdi. Günlük hayatında her zaman alaycı ama şefkatli bir mizaha sarılan biriydi. Hem alabildiğine ciddi ve tertipli, hem de şakacı ve rahattı. Hangi kimliğine ne zaman bürünmesi gerektiğini iyi bilirdi. Bergman'ın kasvetinden de, Woody Allen'ın kendiyle fazla meşgul huysuzluklarından da nasibini almıştı. Kieslowski’deki hümanizmi kendine yakın bulduğunu fark etmek zor değildi. Fassbinder’i çok karanlık bulur ama yine de sevmeden edemezdi.
Visconti'yi sevmediğim için gerçekten alınacak kadar tuhaf bir adamdı Mithat Bey, ama Bergman’daki bir inceliği aynı anda fark edince öylesine aşkla dolardı ki, onun bu tuhaflıklarına kızamazdınız. Sinema sevgisini bazen anlamsız bulur takılırdım ona, sınıfsal alışkanlıklarına da laf atardım ince ince. Ama severdi bunu. Kısa ezbere laflarla, durumu geçiştirmek için kurulan sohbetleri sevmezdi hiç. En çok bu yüzden saygı duyardım ona. Nicedir kimseyle uzun, hakiki bir sohbet kuramadığımı fark etmiştim daha birkaç gün önce. Bugün ise onu kaybettiğimiz haberi geldi. Mithat Bey’le artık filmler üzerine ve filmlerden yola çıkarak yaşam üzerine sohbet edemeyecek olmak en büyük burukluk. Sinema şevkimin bir kısmını yanına alıp götürdü bugün.
Bir süredir hastaydı, kendi hastalığıyla ve yaklaştığını hissettiği ölümüyle baş ederken, Bergman’dan ziyade Woody Allen’dı şimdi o. Kara mizahı en iyi o kullanırdı. Sinema aşkını ve hayatını anlatan ‘Sinemayı Seven Adam’ kitabını bitirmesi için Umut Barış Dönmez’e, “E hadi bitir şu kitabı ben ölmeden” diyerek müstehzi şekilde gülüşünü görmedim ama tahmin ediyorum. Uzun yıllardır emek verdiği bu kitap yayımlandığı için çok heyecanlıydı. Ağrılarının en ağır olduğu bu son günlerinde, onu bu kitap dışında çok az şey heyecanlandırabiliyordu. Onu kaybettiğimiz haberi ulaşınca, uzun uzun, etraftaki kimse sesimi duyar mı diye çekinmeden ağladım. Tanıdık birini kaybettiğimde en son ne zaman ağlayabildiğimi hatırlamıyorum. Mithat Bey’in bana verdiği ilk ders doğruysa eğer, benim için umutlu bir gün demek bu. Ben dahil sayısız insana sinema aşkı kazandıran, dahası yaşama umudu veren bu insan, huzur içinde yatsın artık. Sevdiği filmlerden karelerin sonsuzluğu içinde uyusun...