İkinci okuma: Türkiye'nin linç rejimi

Linççi 'güruh, değersiz kalabalık, ayak takımı, sürü' başka bir deyişle alt sınıflardır hatta ezilenlerdir. Linç merhamet edilmeyen garibanların merhametsizliğidir.

Google Haberlere Abone ol

Halim Şafak

“Milli irade” denilen şey baştan beri “Milli reflekse” dönük bir eğilim içinde olmuştur ya da ikisi birbirini tamamlamıştır. Milli olan tarih boyunca olmayana ya da öyle kabul edilene, öyle anlanana dönük ve kendini daha çok şiddetle gerçekleştiren baştan kitleselleşmeye açık bir tavır içinde olmuştur. Bu dediğimiz tarihten bugüne yaşadıklarımız ve yaşayacak olduğumuz çoğu zaman öldürmeye sonuçlanan linç olarak tanımlanması mümkün bir şiddetin de açıklaması ve kaynağıdır. Sağın üç hali baştan beri sağın bu hallerine eğilimli kitleleri her türden olgu ve durumdan kendine şiddetle vazife çıkaran bir yapının içinde tutarak her türden lincin hem kışkırtıcısı hem de eylemcisi olmuştur. Bu eğilim baştan beri sıradan insandan azlıklara kadar herkesi kendine hedef almış ve linç etmiştir, linç etmekle kalmamış her lincin sonunu öldürmeyle getirmiştir.

Tanıl Bora “Türkiye’nin Linç Rejimi”nde memleket sathındaki linç eylemlerini ve onları oluşturan düşünceleri tartışma konusu ediyor. (Birikim,2008) Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe Sözlük’ünde linç “Halktan bir topluluğun, bir suçluyu ya da kendilerine göre suç olan davranışta bulunmuş birini yumruk, taş, sopa gibi araçlarla döve döve öldürmesi.” olarak tanımlanıyor.

Bizde halk diye tanımlananın daha çok millet olarak bu dünyada gezindiğini/gezdiğini burada hemen başta belirtelim. İkinci önemli durum ise yapılanın suç olduğuna yasaların değil kişi ve kitlelerin belirliyor ve karar veriyor olmasıdır. Buysa lincin eylem ve kendini gerçekleştirme alanının yasaların dışında olduğunu söylememizi kolaylaştırır. Bunun her türden şiddetle ortaya çıkması ya da şiddetin her türlüsüne başvurması hem kişinin hem de kitlenin psikolojisi ile de ilgilidir.

Tanıl Bora kitabında linççilerin baştan halktan bir topluluk olarak kabul edilmesini bütün değerlendirmelerin bu temelde yapılmasını sorun olarak kabul ediyor. Çünkü halktan bir topluluk olma ihtimali en başta devletin bu lince razılık göstermesini ve bu temelde davranmasını sağlıyor. Bu noktada devlet linci sıradan ya da değil insanın istediğini istediği gibi cezalandırmasını da sorun olarak görmüyor.

Tanıl Bora linci modern döneme ait bir şey olarak görüp kabul etse de tarihinin daha gerilere de götürülmesinin mümkün olduğu söylenebilir. Tanıl Bora’nın linci modern hukuk düzenlerinin bodrumlarında saklanan işkence aletlerine benzetmesi ise ona bir geçmiş bulmamızı dayatıyor. İnsan tarihi boyunca insan hayvan ne bulduysa linç etmekten hiçbir zaman çekinmemiş ve vazgeçmemiştir. Hatta lincin yine bir işkence ve öldürme biçimi olarak şiddetin tarihi için oldukça fazla ve kalabalık bir yer kapladığı da söylenebilir.

Devletler çoğu zaman linci görmezden gelmiş ve hukukun linci atlayıp geçmesine genelde izin vermiştir. Burada ortaya çıkan linç hukuku kavramı ise baştan sorunludur. Çünkü linç hukuku denilen şeyin temel özelliği lince razı olma ve razı edilmeden başka bir şey değildir. Tanıl Bora’nın demesiyle “İnsanların hukuktan istisna edilmesinin, yani haksızlığın, adaletsizliğin doğallaşması, meşrulaşmasıdır. Linç devletin, devletin kabul gösterdiği, razı olduğu ve istediğinde başvurduğu bir istisna halidir.

Ama bunlardan da önemlisi linç kalabalığın azlığı çiğnemesidir. Hatta “ bazen, tek birisini. Korunmasız, çaresiz durumdakine saldırmaktır. Köşeye kıstırılmış, kuşatılmış olana çullanmak… yerdekine bir tekme savurmak… bireysel sorumluluk üstlenmeden, kalabalığın koynuna sığınmış ‘anonim’ bir cürmün gölgesine saklanarak…” önüne çıkan öldürmesi ya da öldürmekten beter etmesi bunu yaparken işkencenin her türlüsüne şehvetle başvurmasıdır.

Tanıl Bora değinmemiş ama lincin yalnızca insanın insana yaptığı zulüm ve öldürmeye varan bir şiddet eylemi olarak sınırlanmayı da doğru bulmuyoruz. Bu lincin parktaki çiçeklerden, ağaçlara, hayvanlara, mekânlara kadar vardığını, ulaştığını ve hedef aldığını (hepsi de savunmasızdır ve köşeye kıstırılmıştır) tarihe gerek yok bugünden ve şimdiden biliyoruz. Başka bir deyişle her türden nesne, mekân ve canlı hedef alınıp linç edilebilir ve edilmiştir. Linç insanın ya da kalabalıkların kendinden saymadığı ve şiddet ve öldürme temelli olarak cezalandırmak istediği her bir şeyi hedef alır. Talan ve yağma da şehvetle öldürülen hayvanlar da tekrarla bir biçimde linç eylemidir.

Bunu derken de yine de insanları ve hayvanları öncelemekten yana olduğumuzu belirtiriz. Boğaz Köprüsü’nde 15 Temmuz’da ne olduğunu ne yapıldığını bilmeyen askerin başına gelen de Filistin’de üstüne İsrail bayrağı çizilip öldürülen eşek de, insan evladının taşla sopayla kovalayıp öldürdüğü, öldürmekten beter ettiği kedi de, köpek de lince uğramıştır, linç edilmiştir.

Devam edelim..Kendini genelleştirmeye açık lincin kültürünün bir yanıyla dinlerin şiddetle kurduğu ilişkinin sonuçlarından biri olarak da anlayabiliriz. Taşlayarak öldürmeyi bu noktada en eski linç geleneklerinden biri olarak burada anabiliriz.  Kendini şiddetle gerçekleştirmeye koşullandırmış her türden düşüncenin linçle bir bağının olduğunu ya da kendini lince çıkardığını, vardırdığını burada söylemeliyiz.

Linççi “güruh, değersiz kalabalık, ayak takımı, sürü” başka bir deyişle alt sınıflardır hatta ezilenlerdir. Linç merhamet edilmeyen garibanların merhametsizliğidir. Onlar “lincin hem öznesi hem de nesnesi”dirler. Şerif Mardin “Dinin ‘büyük sermaye’ tarafından sömürülen ve ayak uyduramadığı bir topluma yabancılaşan küçük tacir, esnaf ve küçük çiftçiler tarafından bir ‘silah’ olarak kullanıldığını” söylerken bunun en çok da linç olarak ortaya çıktığını muhakkak düşünmüş ve öngörmüş olmalıdır.

Çünkü bizim gibi toplumlarda alt sınıflar yaptığı linci çoğunlukla devletin de katkısıyla kendini aşırı milliyetçilik, ırkçılık ve dindarlıkla açıklamaktan imtina etmez.  Buysa bizim gibi toplumlarda linci normalleştiren en önemli olgudur. Çünkü duyarlılıklar ya da eski dilde hassasiyetler denen şey linççinin öncelediği şeylerdir ve hak verilmelidir, verilmiştir.

Linci tabii insanlıktan çıkma olarak değerlendirmek gerekir. Ama burada insan olarak asıl söylenmesi gerekeni Tanıl Bora söylüyor: “Faillerine, kurbanlarına, yerine yurduna, toplumsal ve politik bağlamına, vesilesine hiç bakmadan, her linç vak'ası başımızı önüne eğdirir, eğdirmelidir.” Ama lincin meşruluk kazandığı bir dünyada söz konusu insanın azınlıkta kalması bir yana ve ilk fırsatta linci ihtimal dâhilinde olduğu muhakkak belirtilmeli ve hatırda tutulmalıdır.

Kesin olan bir şey varsa tarih boyunca öteki kabul edilen ya da öyle sanılan ne varsa lince uğramıştır, linç edilmiştir. Tanıl Bora kitabında bu noktada 2002’den 2008’e lincin bizdeki tarihini de çıkarıyor. İsteyen bu tarihi alıp Sivas’a Madımak’a hatta daha eskilere 6/7 Eylül olaylarına oradan da bugünlere Boğaz Köprüsü’nden istediği sokaklara, caddelere ve meydanlara kadar getirebilir, götürebilir. Çünkü bizde uzun zamandır tarih diye lincin tarihi yazılmakta ve uzun bir linç yaşanmaktadır. Aklın geri çekildiği ya da tamamıyla ötekine şiddet halini aldığı, öyle çalıştığı, arzunun kendini yalnızca şiddet olarak kabul ettiği öyle gördüğü bir linç kültürü günümüzde solcular, Kürtler, Aleviler ve eşcinsellerle sınırlı olmaktan kurtulmuş kendini dünyaya iyice açmıştır.

Joseph Goebbels “şimdi eylem sırası halkta” derken Nazizim kadar devletin linç ve kültürüyle kurduğu ilişkiyi de farkında olmadan ya da bilerek belirtir. Zeynep Gambetti’nin İsmet Akça’dan naklettiği ifadeyle söylemeye çalışırsak günümüzde şiddet ve onun ilk karşılıklarından olan linç hem taşeronlaştırılıyor hem de demokratikleştiriliyor. Böylelikle linç örgütlü bir durum ve şiddet haline geliyor. 15 Temmuz sonrası yaşananların epeyini de bununla açıklayabiliriz. Yaşanan dünyayla kurulan ilişkiye ve devletin buna katkısına/etkisine bağlı olarak demokratik bir hal halini alıyor ya da otoriter dünya tarafından demokratikleştiriliyor, hatta demokratik bir hak olarak kabul ediliyor oluyor.

Bu durum biraz da linç meselesinde en önemli sorun ise linci barbarlık saymayan politik bir geleneğe sahip olmamızla ilgilidir. Bu en çok sağın üç halinde ve devlette karşılık buluyor. Tanıl Bora’nın  “Türkiye’nin Linç Rejimi” azlıkların kalabalıkların ortasında ne zaman linç edileceği korku ve kaygısıyla yaşadığı bir düzlemde lincin düşünsel arkaplanını, tarihini ve içerenlerini anlamak için iyi bir okuma olabilir. Bu okumanın kitabın son sayfası kapandıktan sonra geçmiş ve bugün temelli bir linç kültürü muhasebesinden çok lince karşılığa yol açması ise azlıkların ve azınlıkların yani ötekilerin/ ötekileştirilmişlerin beklentisidir desek de yaşadığımız dünya karşısında dünyanın bunun için biraz daha bedel ödeyeceği son yaşadıklarımızdan belli oluyor.

Bütün bu tartıştıklarımız Tanıl Bora’nın demesiyle bir medeniyet kaybı mıdır yoksa daha da boyutlu bir şey midir bu da yapılması gereken ayrı bir tartışmadır. Çünkü medeniyet ya da uygarlığın özellikle bugünkü halinin insanda oluşturduklarının, biriktirdiklerinin ve yol açtıklarının aynı medeniyeti ya da uygarlığı tartışmadan belki de reddetmeden tam bir sonuca varılmasının mümkün olmadığını yaşadıklarımız zaten gösteriyor deyip linç edilmeden noktayı koyalım.

* Gaston Bachelard ilk okumayı edilgin bulduğu için ikinci bir okumayı önerir. Bu ve bundan sonraki yazılar da işte o ikinci okumanın sonucu ve karşılığıdır.