Büyüyemeyen çocuklar diyarı

Toplumların da talihi, büyümelerinin bir tarihi vardır diye düşünürüm ben. Devletin yapısallığı, işleyişi, yönetim erkinin hüviyeti, etrafla ve halkla münasebetidir ki, toplumun talihi ve tarihi o aynada yansır.

Google Haberlere Abone ol

Halûk Sunat

Evren Balta, Gazete Duvar’daki, “Bağımsız’ dış politika?’ başlıklı yazısında, “[e]rgenlik döneminin özelliklerinden biri[nin] kendilik duygusu gelişmekte olan ergenin kendini gerçekleştirmesinin önündeki en önemli engel olarak başkalarını görme” tavrı olduğunu belirterek söze başlıyor. Ona, nasıl olunacağını işaret eden, ölçü ve sınırları hatırlatan herkes (anne, baba, öğretmen, vb.), ergenin kendisini gerçekleştirmesini engellemekte, bağımsızlığına taş koymaktadır -‘isyanlarda’dır o, dolayısıyla; öfkelidir, çakmak çakmaktır gözleri.

Bir bakıma, söz konusu hal, ergenlik döneminin özelliklerinden biri değil, temel belirleyenidir. Bilhassa da, bedensel, cinsel değişim ve gelişimi ile erişkinler (bir anlamda, yaşanan dünyanın ‘gerçek yargısı’nı kuranların) dünyasının kapısına dayanmış; ‘kendi’ olarak o dünyaya katılmak, tanınmak, kabul görmek istemektedir, ergen. Lakin, zorluk orada ki, o vakte biriktirdiği yalnızca çocuksu deneyimleridir ve eşiği o çocuksu alışkanlıkları (olmamışlığı/ hamlığı) ile aşmaya çalışmaktadır. Bir zamanlar ‘büyümüş de küçülmüş’ cevvalliği ile takıp takıştırdığı (ve etrafa sevimli de gelen) ‘kendi’ olma edasını, şimdi, erişkin olmaya yüz tutmuş (hantal) bedeniyle katmak istemektedir ‘harcıâlem’e -üstelik, zamanında aynı niyetle yola çıkan, kaçınılmaz, ‘makul’ yollara talimle erişkinler dünyasına katılmış olan had bildiricilerine naralanarak.

Genel kabuldendir; çocuklukta ne denli yeterli ve uygun malzeme ile donanıp ergenliğe gelinmişse, söz konusu eşikte yaşanan çatışmalarla da o denli (uygunca) hemhal olunup çatışmaların üstesinden gelinecek ve âlemin harcına mümkün mertebe kendine mahsuslukla (‘özerk’ bir ‘birey’, şahsiyet olarak) katılınacaktır. ‘Öteki’leri ‘özerk’ şahsiyetler (varoluşlar) olarak tanıyacak, yaşayacağı çatışmaların içinden geçmeyi göze alıp kendi(liği)ni ve hayatı zenginleştirme şansını yakalayacak olanlar da onlardır. ‘Hudâyinâbit’ ya da şu koca âlemde başlarına buyruk olmadıklarının farkında; kendileri olacak kadar ‘büyümüş’ talihli kişilerdir onlar.

*

Toplumların da talihi, büyümelerinin bir tarihi vardır diye düşünürüm ben. Devletin yapısallığı, işleyişi, yönetim erkinin hüviyeti, etrafla ve halkla münasebetidir ki, toplumun talihi ve tarihi o aynada yansır. “Dış politika kuşkusuz insanın hayat döngüsü ile karşılaştırılabilecek bir mecra değil,” diyor, Balta; ama “söz konusu olan bağımsızlık kavramı olduğunda dış politikayı açıklayan belki de en iyi teşbih ergenlik olabilir” diye de ekliyor. Ben dahil (yaşı elbet benden küçük Evren Balta), bu memlekette hepimiz (sağlı-sollu) ‘tam bağımsızlık’ şiarı ile büyüdük (yine, Balta’nın vurguladığı gibi). Koca dünyanın küresel bir köy hâline geldiği ahvalde dahi azmimiz ve iştahımız bâki. Farklılığını ve özerkliğini hayatın içinde inşa etmeyi göze almadan, ötekilerin de dahil olduğu verili gerçekliğe sırtını dönerek “Tam bağımsızlık!” diye ünlemek, bir vehim olmanın ötesinde, akıl dönüklüğü değilse nedir? Ben, bugün, ‘gerçek yargısı’ndan kopuk bu yaygarayı, ergenlik teşbihinden de öte, erişkinler dünyasının eşiğine bırakılmış bir ‘çocukluğa’, ‘büyü(ye)memişliğin talih ve tarihine’ yormaktayım.

Yan gelip yattığımız, ekmek elden su gölden kendimizi cennet/lik olarak yaşadığımız âlemden (ana karnından), ağlasak da zırlasak da bizi harcıâleme yolculayan doğanın hikmeti nedir, diye de mi sormayız peki? Sahte cennette (ki, cennet avunusu gücünü o çocuksu vehimden alacaktır ileride -ihtiyaç hâlinde) ısrarla (miadı dolmuş ‘omnipotens’e asılarak) hayatta kalmanın, hayata katılmanın ve büyümenin mümkün olmadığını hatırlatan (hatta, dayatan) doğanın hikmetini? Anne karnından anne koynuna, kucağına, memesine, eteğine, emeklemeye, taytaya, yürümeye, koşmaya, gitmeye gelmeye, özerkleşmeye, bireyleşmeye, dahası anneye talip olmaya, talebin sancılı hikâyesinde ‘babayı’ ve haddini tanımaya ama hep ‘ilişkiler’ dünyasında ‘öteki’ni hesaba katarak yaşamaya çağıran doğanın ve hayatın hikmetini de mi merak etmeyiz?

Ana karnından çıkıp -kaçınılmaz- ihtiyaçlarımızla yöneldiğimiz, -anne ile başlayıp- ötekinin bakışında kendimizi tanıyıp kıymetlendirdiğimiz, öteki ile ‘ilişki’de kendimiz olup özerkleşme şansı bulabildiğimiz bir dünyaya doğduğumuzu, o bilgiye itibarla -ancak- büyüyebileceğimizi bize hatırlatmasındadır, doğanın ve hayatın hikmeti. İşte, ‘tam bağımsızlık’ şiarı, o anlamda, siyasi/ ideolojik bir öngörü değil; -ister çocuksu hinlikle kurulu bir çağrı, isterse çocuksu aşkla iman edilen masalsı bir dünya olsun- hayata çağıran gerçek yargısı ile bağdaşımsız, dünya ile kavgalı (giderek, düşmanlaştırmaya müsait), ana karnından dışarıya uğratılmış bebeğin dünyaya -feryat figan- itirazıdır âdeta. Anne karnındaki ‘tümgüçlülüğe’ (göbek bağı ile tedarik edilmiş yanılsamalı cennetine) rücu talebidir, olsa olsa.

*

Evren Balta, özellikle, ‘dış politika’da, yani, ötekilerle karşılaşma eşiklerinde kendini gösteren ergensi tavrımızın altını çiziyor. Ergenlik, öyle ya da böyle, bir umut eşiğidir. Heyheylenilse de, ötekine kendini anlatma, ötekiler dünyasına katılma talebidir. Bizse, o eşiklere hep, en çocuksu ihtiyaçlarımızla dayanmakta, çocuksu yönelimlerimizle kabul görmek istemekteyiz. Çocuksu yanılsamanın gerçekliğiyle, harcıâlemin gerçekliğini (gerçek yargısını) tahrif etme inadıyla -akıl dönüklüğünün azmi ve ısrarı ile.

Dış politikada, dışarının ya da mevcudun ihsas ettiği tarihsel gerçekliği görmezden gelme eğilimimiz dünya siyaset sahnesinde epey sırıtıyor, müstehzi tebessümlere yol açıyor olabilir. Lakin, erişkin toplumsal kendiliği kurmanın yolu ‘ötekini tanıma’ kültüründen geçecekse; tanımak, farklılıkların eşitliği kabulüne yaslanmadan olmuyorsa; bir coğrafyada toplanan kalabalık ancak öyle bir kabulle ‘toplum’ olabilecekse ve bütün bunların sözbirliği ve ifadesi anayasalar olması gerekiyorsa; hangi eşiklere hangi büyümemişlikleri taşıdığımızı görmek için dönüp ‘anayasalar tarihimiz’e bakmamız kâfidir kanımca. Ötekini dışlamak, yok saymak suretiyle; soy, sop, din, dil, devlet kutsaması etrafında kurulmak istenen yanılsamalı cennetin siyasi irade beyanı olan anayasalarımıza. Şimdiye dek, yasama, yürütme, yargının kurumsal kimliklerine havale edil-miş gibi yapılan söz konusu toplumsal/ siyasi iradeyi, bugün, ehliyetini dilediğini dilediği gibi yapma ferahlığından tedarik edeceği anlaşılan ‘tek adam’a teslim etme heveskârlığımıza -muhtemel ‘çoban kral’a meftunluğumuza.

*

Sigmund Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği başlıklı metninde, yaşamın gerçekliği, dertleri ve acımasızlığı karşısında ilahi varlığın koruyuculuğuna sığınan, onun ilahi takdiri ile avunmayı çare bilenlerin çocuksu yanılsamalarından sıyrılmak (büyümek!) isteyeceklere dair şunları söyler: “Çaresizliklerini ve evrendeki önemsizliklerini tam olarak kabullenmek zorunda kalacaklar; yaratımın merkezi, iyiliksever bir ilahi varlığın sevgisinin nesnesi olamayacaklardır. Rahat ve güvende olduğu baba ocağını terk eden çocukla aynı konumda olacaklardır. Ama çocukluk elbette aşılmaya mahkûmdur. İnsan sonsuza kadar çocuk kalamaz; eninde sonunda dışarı çıkıp ‘düşmanca yaşama’ katılması gerekir. Buna ‘gerçeklik eğitimi’ diyebiliriz. (…) Ne olursa olsun, kişinin kendi kaynakları ile baş başa kaldığını bilmesi önemlidir. (…) Öteki dünya beklentilerinden vazgeçip özgürleşen olanca enerjilerini bu dünyadaki yaşama aktarınca yaşamın herkes için daha dayanılır olduğu, uygarlığın artık hiç kimse için baskıcı olmadığı bir düzen yaratmayı başarabilirler”. (1)

“Den Himmel überlassen wir

Den Engeln und den Spatzen” (2)

Anılan cenneti meleklere ve serçelere bırakacağımız günlerin umuduyla. (3)


1. Agy., çev. Selçuk Budak, Öteki Y., s. 230-31.

2. Deutschland/Heine.

3. Heine ise, ‘inanmayan dostlar’ diyerek Spinoza’ya gönderme yapmıştır şiirinde.