'Tüm savaşların anası' Ortadoğu’da demokrasi tahayyülü
1925 Türkiyesi’ne geniş bir parantezin aralandığı bu kaotik süreci, genel bir Ortadoğu okuması ile birlikte yorumladığımızda demokrasinin ve demokratik değerlerin önemi bizde daha çok hasıl olmakta ve kendimizi onun hayatlar kurtarıcılığına her zamankinden daha fazla ikna olmuş buluruz. Velhasıl kelam tüm Ortadoğu için kurtuluşun reçetesi demokrasidedir!
Hatice Özhan
Demokrasiyi insan türünün bugüne dek ki en önemli “buluşu” şeklinde bir tanımla insanların karşısına çıkardığımızda, kendilerinden doğma bu varlığa karşı kayıtsız kalmayacaklarına inanıyorum. İnsanlardaki bu kayıt alışın kaynağında, insanların demokrasiyi ‘Parthenon Tapınağı’nın içinden görmek gibi yüksek bir bilinçle kuşanmış olmaları değil de demokrasinin pratik sonuçlarından faydalanmış olmaları vardır.
Dünyanın gelişim ve ilerleme istikametinde kat ettiği yol ile insanların artan ve çeşitlenen ihtiyaçları arasındaki doğru orantı insanı elbette ki kendisi için en doğru ve faydalı olan seçeneğe yöneltecek ve onda ısrarcı kılacaktır. Gelişim ve ihtiyaçlar arasındaki bu artan ihtiyaçlar eğrisine dönüşen durum, tek tek bireyler için söz konusu olduğu gibi siyasal sistemler için de geçerliliğini korur. Hayatın her alanında sürdürülmeye uğraşılan gelişim/ilerleme dinamikleri, demokratik siyasal sistemler için ‘artan trend’ olgularıdır ve trendin aşağıya çekilmesinden duyulan kaygı demokratik siyasal sistemlerin demokrasiyi daha fazla el üstünde tutmalarına sebep olmuştur. Dünyanın geldiği bugünkü gelişim aşaması, bundan 70 yıl önceki korkunç savaşlarla dolu tarihi ile karşılaştırıldığında bunu demokrasiye borçlu olduğunu ve demokratik değerlerin inşasında gerekli tüm gelişim stratejilerinin kullanılmasının zahmete değer olduğunu göstermiştir. Bu sayede, büyük devletler arası yıkıcı savaşlar geride kaldı, kitle imha silahlarında önemli oranda azalmalar kaydedildi. Avrupa, Kuzey Amerika ve Asya’nın yanı sıra askeri darbeler ile iç savaşlar coğrafyası haline gelen Latin Amerika’da bile barış ve demokrasi rüzgârları esmeye başladı. Afrika’nın son yılları düşünüldüğünde dünyanın en fakir coğrafyası olan bu kıtada da savaşların azalmaya artık yüz tuttuğu ile karşılaşıyor olmak gelecek için umut verici gelişmeler içerisinde en önemlileridir.
Gelişim ve ilerleme trendini, belli bir istikrar içerisinde demokrasiyle yukarıya çekmeyi ve orada durdurmayı başarmış toplumlara nazaran trendini aşağıya çekme gayreti içerisinde olan Ortadoğu toplumuna bakıldığında, iyi bir toplumsal gelecek adına barındırılan tüm umutlar keskin bir bıçakla ikiye ayrılmışcasına parçalara bölünüyor.
Siyah ve beyaz şeklinde oluşan bu bölünümde Ortadoğu’nun siyah renkli kanadı temsil ediyor olduğu, güncel durumu eşliğinde aşikârdır. Dünyanın yer altı kaynakları bakımından en zengin bölgesi olan Ortadoğu’nun demokrasi ile arasına ördüğü kalın duvarın ardında gelişen ve sonu gelmek bilmeyen siyasal trajediler, demokrasiye karşı takınılan ‘sürdürebilir’ kayıtsızlıkla asla bitecek gibi değil.
Kayıtsızlık totalitarizm olarak, Ortadoğu’da hem bir siyasal yönetimi modeli olarak sistemleşmiş hem de toplumun düşünce biçimi şeklini kazanmıştır. Hal böyleyken de bu coğrafyanın acı ve göz yaşı ile sulanan topraklarında umudun filizlenişini görmek kısa sürmektedir.
‘Arap Baharı’ adıyla başlayan dönemi bir hatırlayalım! Bundan dört yıl önce Ortadoğu’nun üzerinde esmeye başlayan halkların demokrasi rüzgârı, totaliter mantıktaki ısrar nedeniyle ardında bir “kum fırtınası” bırakarak yönünü bu coğrafyadan geri çevirdi. Kum fırtınasının altında kalan ülkelerden biri olan Suriye’nin hali ortada… Background’uda şimdiki durumundan pek de farksız değil. Osmanlı İmparatorluğu’nun boyunduruğundan kurtulduktan sonra bir süre Fransız mandası olarak kalan Suriye, Fransızların buradan çekilmesiyle varlığı bugüne değin ulaşan totaliter bir rejimin boyunduruğuna girdi. Esad ailesince oluşturulan patrimonyal sistem, ülkeyi istihbarat örgütü ile yönetilen bir ülke durumuna getirdi. Diktatörlüğün tabanda yarattığı ağır basınç değişim isteyen halk kitlelerine dönüşerek yansımasını buldu ve 2011 yılında başlayan barışçıl halk gösterileri 60 bin insanın rejim güçlerince katledilmesi ile sonuçlandı. Suriye’yi şiddetin kucağına atan bu kanlı süreç, ülkeyi radikal cihadi örgütlerin rahatça kol gezdiği bir alan haline getirdi. Güncel durumda da görüldüğü üzere Beşar Esad “küllerinden yeniden doğan” bir kudret şeklinde dışardan desteklerle palazlandırılmakta. Rusya’nın desteğiyle yeniden atağa geçen Esad’ın şimdilerde kurtarıcı olarak lanse edildiğini görmek Ortadoğu’nun meşhur diktatörlerinden Saddam’ı hatırlatıyor. Esad’ın Halep saldırısında takındığı Saddamvari tutumu, diktatörlerin birbirlerinin birer nüshası olduğunu gösteriyor. Saddam, Kuveyt’i işgalinin ardından müdahalenin yaklaştığını anlayınca 1991’de “bu bütün savaşların anası olacak” diyerek diktatörlere esin olacak tavrını sergilemişti. Saddam’ın Irak’a yaptığının aynısını Suriye’yi “tüm savaşların anası” makamına getirterek yapan Esad’ın Halep şahsında ülkeyi özgürleştireceğine dair oluşturduğu yapay imaj, yeni ölümlerin ve esaretin kamuflajı olacaktır. Ortaçağ despotizmini, kurumlaştırdığı “biricik” varlıkları ile halka dayatma girişimi içerisinde olan Esad, Müslüman Kardeşler, El- Nusra, IŞİD gibi tekelci unsurların varlıklarını borçlu oldukları nokta, demokrasinin bu coğrafyaya hiç uğramamış ya da demokrasiyle yeterince tanışılmamış olması ile ilgilidir.
Ortadoğu’da devletler, demokrasi temeline dayanmadığından kişilik sorunu yaşıyor. Siyasi otoritenin, kral, imparator, sultan, hükümdar gibi unvanlarla anılan kişilerle özdeşleştirildiği de bir gerçekliği var ve Osmanlı gibi patrimonyal sistemlerde kişiler arası ilişkiler yönetimin temel taşıydı. Kişilik devletin, onun adına hareket eden kadroların ömrü ile sınırlı olmayan, onlardan bağımsız bir varlık olduğunun anlaşılmasına katkı sağlamaktadır. Yönetim hiyerarşisi modern devletteki gibi gayrişahsi, soyut kurallar çerçevesinde oluşmuyordu. Bu hiyerarşi içindeki her kişi konumunu, bir üsttekine olan bağlılıktan ve sadakatten alıyordu. Yönetenin şahsından bağımsız bir devlet tüzel kişiliği söz konusu değildir. Yönetenlerin şahsından bağımsız bir devlet tüzel kişiliği olduğu, bugün genel kabul görmüş, üzerinde tartışma olmayan bir konudur.
Toplumda demokratik bir siyasal kültür egemen iken siyasal sistemin otoriter olması düşünülemez, olsa bile sistemin bu niteliğini uzun süre devam ettirmesine imkân yoktur. Karl R. Popper demokrasiyi ‘iktidarın şiddete başvurmaksızın el değiştirmesine imkân veren kurumların korunması’ olarak tanımlar. Demokrasilerde hükümet değişikliği için devrime lüzum yoktur. Ama maalesef Ortadoğu’nun siyasi yönetimi mevcut panoramasıyla birlikte okunduğunda demokrasi ile ilişkilenmeye asla meyilli değildir. Her diktatörün kendisine kutsallık atfettirerek kendisini yegâne gördürttüğü, yarattığı siyasal iklimi de toplum atmosferine dayatması gibi bir gerçeklik söz konusu iken, bu coğrafya üzerinde ‘kan ve ihtilal’ sözcükleri daha çok yankılanacaktır.
Ortadoğu ülkeleri içerisinde görece daha seküler ve güçler ayrılığına dayalı sistemi ile farklı bir pozisyon kazanmış Türkiye’nin de demokrasi ile olan ilişiğini kesme yoluna şehvetle girdiği bu süreçte, Ortadoğu’nun geleceği ile ilgili daha da fazla kaygılanmamak elde değil. Demokrasi dışı bir yolu gözü kapalı tercih eden Türk siyasal sisteminin zaten tek ayaküstünde hareket eden demokrasi bilinci, bu yol ayrımıyla tökezlemek bir yana devrilecek gibi duruyor. Türkiye’de 2006’da AB uyum süreci kapsamında başlayıp sonraki evrelerde barış süreci/çözüm süreci ile etiketlendirilen Açılımlar dönemi, son tahlilde yaşananlarla ortadadır. Esamesi dahi artık okunmayan çözümün mözüme evrildiği bir noktaya gelindi. “Mözüm” sürecinin “çözüm” süreci olabilmesi demokrasi ile gerçek anlamda ilişkilenmek ile mümkündür. Türk devleti ‘devlet tüzel kişiliği’ne bürünmediği müddetçe, toplum olarak biz zihnimizi hayaller kurmakla daha çok yoracağız. 1925 Türkiye’sine geniş bir parantezin aralandığı bu kaotik süreci, genel bir Ortadoğu okuması ile birlikte yorumladığımızda demokrasinin ve demokratik değerlerin önemi bizde daha çok hasıl olmakta ve kendimizi onun hayatlar kurtarıcılığına her zamankinden daha fazla ikna olmuş buluruz. Velhasıl kelam tüm Ortadoğu için kurtuluşun reçetesi demokrasidedir!