Akademi ve KHK’ler: Maskaralıktan başka kaybedecek neyiniz var?
Ne mi kaybederiz? Sembolik getirisi yüksek bir romantizme artık gerçekten gerek yok. Kötü bir romantik film, birincisinde eğlendirir ama ikincisinde sıkar. Kimse öğrencilerini özlemeyecek; zaten onlar da sizi özlemeyecek; bölüm arkadaşlarınızın ise hiç mi hiç umurunda olmayacak bu gidişiniz; iki gün sonra yerinizi başkaları alacak.
Levent Ünsaldı
Beklenen KHK dün geldi. Yine birçok dost, güzel insan, bu ülkenin kalburüstü bilim insanları kurban seçildi. Diğerleri ise sıralarını beklemede; artık her Perşembe veya Cuma akşamı Hitchcock'vari bir gerilim filmi sanki. Her yeni KHK’de, listelerde isimlerini tahammül edilemez bir gerginlik ve tükenmişlik içinde arayan muhtemel kurbanlar; telefonlar, mesajlar, “sen var mısın, o var mı, bu var mı” soruları…
Peki, başka bir yol yok mu? Ölümü bekleyen vebalılar olmak zorunda mıyız?
Amfilerde, derslerde, ama sadece oralarda, tahakkümle mücadelenin en fiyakalı örneklerini verebilmiş, hatta zaman zaman,“Polis, limon sat onurunla yaşa” sloganını, tuzu kuru bir ukalalıkla dillendirmekten de geri kalmamış biz burnu büyük muhalif akademiklerin, eğer mesele onur veya haysiyetse, ülkenin akademisi devasa bir despot aygıta dönüşmüşken, dostlarımız patır patır düşerken, memuriyetimize ve o ufacık kredi kartlarımıza bu kadar tutkuyla sarılmamız ve “limon satma” ihtimalini, bir saniyeliğine bile olsa hiç düşünmememiz en iyi ifadesiyle konformizm, en kötü ifadesiyle de haysiyetsizliktir.
Ne mi kaybederiz? Sembolik getirisi yüksek bir romantizme artık gerçekten gerek yok. Kötü bir romantik film, birincisinde eğlendirir ama ikincisinde sıkar. Kimse öğrencilerini özlemeyecek; zaten onlar da sizi özlemeyecek; bölüm arkadaşlarınızın ise hiç mi hiç umurunda olmayacak bu gidişiniz; iki gün sonra yerinizi başkaları alacak.
90’lı yılların “Anadolu’dan Görünümün”de şöyle sahneler olurdu: “Gabar’da Mehmetçiğe bayram sürprizi!”; nöbet esnasında kendisine sözüm ona habersiz yaklaşmış Genelkurmay Başkanı’nı yanında gören er, bir anda basardı tekmili ve ardından herkesin (ve özellikle de Güntaç Aktan’ın) beklediği şu cümleler dökülürdü ağzından, elbette olabildiğine soğuk-donuk-cansız-mekanik bir beden diliyle: “Burada anneme, aileme ve tüm milletimize seslenmek istiyorum. Rahat uyuyun. Biz burada olduğumuz sürece bölücü hainler amaçlarına ulaşamayacaktır (…) Son olarak nişanlıma da seslenmek istiyorum [bu mizansende bir nişanlı hep vardır], hiç meraklanmasın, burada komutanlarımız ve devletimiz her türlü ihtiyacımızı karşılamaktadır.”
Sartre’ın “Varlık ve Hiçlik”indeki kafe garsonudur bu asker tam manasıyla, tıpa tıp benzer şekilde; “kötü niyet”in ete kemiğe bürünmüş şeklidir bir anlamda, yani her şeyden önce kendine yönelik bir yalandır burada söz konusu olan. Goffman’da bunun adı, elbette varoluşçuluğun çerçevesini terk ederek, “rol kesme” veya “miş-mış” gibi yapma olacaktır.
Kaybedeceğimiz nedir mi diye sormuştuk? Evet, işte sadece budur, bu maskaralıktır kaybedeceğimiz.
Esasen memurken, büyük entelektüelmişiz gibi yapmayı kaybedeceğiz...
Esasen çok sıradan, üstelik de bigâne bir tefsirciyken, gerçek bir araştırmacıymışız gibi yapmayı kaybedeceğiz…
Esasen çok vasat ve acemi bir sosyal felsefeciyken, büyük teorisyen gibi yapmayı kaybedeceğiz…
Esasen tedrisi bir tedirginken, uçuk-kaçık bir düşünce insanıymışız gibi yapmayı kaybedeceğiz…
Esasen ezik bir kötü yorumcuyken, karizmatik ve derin bir münevver gibi yapmayı kaybedeceğiz…
Esasen okumazken, okuyormuş gibi yapmayı kaybedeceğiz…
Esasen hiçbir şey üretmezken, üretiyormuş gibi yapmayı kaybedeceğiz…
Esasen dibine kadar küçük hesaplarımıza batmışken, koca koca laflarla insanlara gaz vermeyi kaybedeceğiz…
Ve son KHK’ler örneğinde;
Esasen umurumuzda dahi değilken ve hatta “aman bize dokunmasın” sinmişliğiyle yaşarken, “ya çok üzüldüm” deme samimiyetsizliğini kaybedeceğiz…
Esasen o kadroya-koltuğa yapışıp “aman bir laf etmeyim şimdi, ne olur ne olmaz” korkusuyla titrerken, “ama efendim bilimsel tarafsızlık diye de bir şey var” deme ahlaksızlığını kaybedeceğiz…
Evet, kaybedeceklerimiz sadece bunlar. Ve bunları kaybedersek, işte o zaman o rolün hakkını verebiliriz. Belki de o zaman ve sadece o zaman, rol kesmenin mekanikliğinden, hatta ikiliğinden kurtulabilir ve mahir bir aktörün o kendince ama bir o kadar da “bir”, her şeyden önce kendisiyle bir olmuş hakiki performansına geçebiliriz. Ve yine belki de o zaman ve sadece o zaman, bu maskaralıktan kurtulabilir ve yaptığımızı iddia ettiğimiz şeyi gerçekten yapabiliriz: BİLİM…