Aykırı Fidel
8 Eylül 2016 tarihinde gözaltına alınan ve 16 Eylül’den bu yana Tokat T Tipi Cezaevinde tutulan HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Alp Altınörs, Duvar'a Küba’nın efsanevi lideri Fidel Castro’yu yazdı. Uzmanlık alanlarından biri de Latin Amerika olan ve İspanyolcadan tercümeler yapan Altınörs’ün bir ay önce kaleme aldığı yazısı elimize malum sebeplerle ancak ulaştı.
Alp Altınörs
1991 yılında Doğu Bloku ve Sovyetler’in çözülüşünün hemen ardından Fidel Castro, Meksika’da bir grup gazeteciyle buluşmuştu. Gazetecilerin ısrarlı sorularla köşeye sıkıştırmaya çalıştığı Fidel, yumruklarını sıkıp onlara şöyle sormuştu, “Bana komünizmin Rusya’da neden yıkıldığını soracağınıza Küba’da neden yıkılmadığını niye sormuyorsunuz?” Gerçekten de 1991’den bu yana Küba, varlığıyla bu soruyu sormaya devam ediyor.
ABD’nin burnunun dibindeki bu ada, bu 11 milyonluk ülke, 20’inci yüzyıldan devrolmuş sosyalist bir rejimi, baş destekçisi SSCB’nin yıkılmasının ardından nasıl sürdürülebilmiştir? Bu sorunun yanıtı genellikle Fidel Casro’nun olağanüstü ve tarihsel kişiliğiyle açıklanmıştır. O yüzden Fidel’in ölümünün, Küba’nın kapitalizme teslim olacağı gün sanılması yaygın bir kanıdır. Fakat 50 yıldır dünyayı defalarca şaşırtan Fidel’in ve Küba’nın, bu beklentiyi boşa çıkaracağını öne sürenler de az değildir. Ben onlardan birisiyim.
Basit fizik kanunlarından baktığınızda ne Fidel’in birkaç yüz gerilladan oluşan isyancı ‘ordu’su Batista’nın on binlerce ulusal muhafızını yenebilirdi ne antikomünist soğuk savaşın en gerilimli yıllarında ABD’nin burnunun dibinde ‘sosyalist devrim’ ilan edilebilirdi. Ne ABD ambargosu altında eşitlikçi bir ekonomi inşa edilebilirdi ne de SSCB çöktüğü halde ekonomi ayakta kalmaya ve sağlık alanında mucizeler yaratmaya devam edebilirdi. Demek ki Küba devriminin her etabında daha derin bir mana, halkı kucaklayan daha güçlü bir dinamik, daha köklü bir dönüşüm var. Bu mana, bu dinamik ve bu dönüşüm bu güne değin kendisini Fidel’de cisimleştirdi. Fidel’in yitimiyle bu sosyal güçlerinde yitip gideceğini sanmak yanılgı olur.
Küba’yı Porto Riko, Dominik Cumhuriyeti, Haiti gibi türdeş ülkelerle kıyasladığınızda 50 yıllık devrimin bu ada ülkesine neler kazandırdığı somut olarak görülebilir. Küba, Fidel ve Che’nin yönetimi altında sadece insani kalkınmada rekorlar kırmadı, eşitlikçi bir ekonomiyi, gelişkin sosyal hakları, kadın erkek eşitliğinde tarihsel adımları, sağlık ve eğitime bedelsiz erişimi kazanmadı; onlar sayesinde hayattaki ve tarihteki manası ABD’nin kumarhanesi, genelevi ve şeker kamışı çiftliği olmaya indirgenmiş Küba, Latin Amerika’nın hatta ve dünyanın önde gelen ülkelerinden birisi haline geldi.
Hiç kuşkusuz bu tarihte Fidel’in belirleyici bir rolü vardı. Batista’nın tek adam diktatörlüğü adaya korku saldığı günlerde o, Moncada Kışlası baskınıyla buzu kırmış, yolu açmıştı. Mahkemede eyleminin tüm sorumluluğunu üstlenmiş ve “tarih beni haklı çıkaracaktır” demişti. Halkın büyük sempatisi ve sahiplenmesi ona özgürlüğün yolunu açarken asi ordusunu yurt dışında yeniden derleyerek Granma yatıyla geri dönecekti. Granma’nın 82 devrimci yolcusundan geriye 16 kişi kalsa da o, “Elimizde silahlar var ve Sierra’dayız. Biz bu devrimi yaptık” diyecek kadar öngörülüydü. Devrim kısa sürede halklaşarak Batista diktatörlüğünü devirdi. Devrim halkla bu derin bağlarını hiç yitirmedi. Fidel’in ölümünün ardından Havana’da, “devrimin değerlerine bağlılık” bildiren bir imzayı atmak için 6 saate varan sürelerle kuyrukta bekleyen, çoğu gençlerden oluşan büyük kalabalık bunu göstermekteydi.
Küba’nın ayakta kalmasında Sovyetler Birliği ile kurduğu güçlü ekonomik-askeri-diplomatik bağların önemli rol oynadığı doğrudur. Ama The Economist’in de kabul ettiği üzere “Fidel, Sovyetler’in parasını aldı ama tavsiyelerini pek dinlemedi”. 1960’larda ve 70’lerde Sovyetler ‘dünya dengesine’ bağlanıp ABD ile her türlü gerilimden kaçınırken Küba, Latin Amerika’da bölge devriminin peşindeydi. Brejnev döneminde Sovyetler taşlaşırken Küba, ‘Halk İktidarı Meclisleri’ni kurarak halk tabanını dinamize ediyordu. Gorbaçov döneminde SSCB koşar adım kapitalizme giderken Fidel’in ülkesi ‘rektifikasyon’ hamlesiyle “devrim içinde devrim” başlatıyordu.
Fidel Gorbaçov’un “piyasa sosyalizmi”ni reddediyor, gönüllü çalışma ve planlı ekonomi yönünde, Che’nin ekonomik düşüncelerini canlandırıyordu. Nihayet Yeltsin önderliğindeki grup Rusya’nın bağımsızlığını ilan ederek SSCB’yi dağıttıklarında devrimci Küba bir yılda ekonomisi üçte bir oranında küçülse de “sosyalizmde ısrar” dedi ve şaşırtıcı bir başarı elde etti.
Fidel’in ilan ettiği “özel dönem”, turizm ve küçük ölçekli tarım gibi alanlarda kapitalizme tavizler içerse de sistemin ana kolonlarını ayakta tuttu. Bu, hiç kuşkusuz bu direnişe büyük yoksunluklara katlanarak katılan 11 milyon Kübalı’nın zaferiydi. Venezüella’da Chavez iktidarı, Bolivya’da Morales iktidarı ve Latin Amerika’da esen sol rüzgâr, Fidel’in esinlendirdiği fikirlerin gücünü ve yaşamsallığını göstermekle kalmadı, ABD ambargosunu fiilen kırarak 14 yıl süren özel dönemin 2005’te sona ermesini sağladı. ABD ambargosu artık Küba’dan ziyade ABD’yi vuran bir uygulama haline almıştı. Küba, 50 yıllık mücadelesiyle bu ambargoyu ıskartaya çıkarmıştı. Obama yönetimi ambargoyu kaldırmasa da kısmen gevşeterek adayı sermaye akışına boğma yöntemini benimsedi. Adayı bizzat ziyaret ederek bu yönelime ciddiyet kattı.
Trump döneminde devam edip etmeyeceği belirsiz olsa da ambargonun kaldırılmasının Küba’yı otomatikman kapitalistleştireceği sanılmamalıdır. Bu, riskleri ve imkânlarıyla Küba’nın önüne yeni bir tarihsel sınav getirmektedir. Tıpkı 1961 veya 1991’de olduğu gibi. Bu tarihsel sınavın içinden geçerken Fidel’i yitirmiş olmak Küba için büyük kayıptır, şüphe yok. Fidel bu konuda da aykırıydı. İlk kez bir sosyalist devletin kurucu başkanı/lideri, ölümünden önce görevlerini devretti. Böylece Fidel Küba’yı ölümünden sonrasına hazırladı. Onun kaybı böylece bir politik krize yol açmadı. Kardeşi olmakla magazinleştirilen oysa devrimin Che ve Camilo ile birlikte tarihsel liderlerinden biri olan Raul Castro, unutulmasın ki Fidel’den daha önce komünist olmuştu.
Fidel sağlığında Küba’da heykellerinin dikilmesini, adının caddelere verilmesini yasaklamıştı. Bu yasağın ölümünden sonra da sürmesini vasiyet etti. Bir diğer vasiyeti de yakılmasıydı. Ölü bedeninin mumyalanmasını, mozolede sergilenmesini istemiyordu çünkü Fidel 11 milyon Kübalı’nın yüreklerindeki yerinden emindi. Sadece onların mı? Fidel, Latin Amerika solunun ikonu, Cezayir halkının büyük bir dostu, Angola’nın kurtuluşunda rol oynayan bir enternasyonalist, Kübalı doktorların hayat verdikleri milyonlarca insanın minnet duyduğu bir insan, dünyanın her köşesinde eşitlik, özgürlük, sosyalizm için verilen her mücadelenin ilham kaynağı olarak yaşayacak. Onun tarihteki yeri, unutulmuş devlet başkanlarının değil yaşamlarıyla yeni mücadeleler doğuran büyük devrimcilerin yanında olacak. Tıpkı Ernesto “Che” Guevara gibi.
Tokat T Tipi Cezaevi
A-1-4 Çamlıbel / Tokat