Hikâyenin tam ortası
Bu yazıyı duvaR’a göndermeye niyetlendiğim gün, bombalı silahlı ölümün bu sefer İzmir’e çöktüğü güne denk geldi. Orada da sevdiğim, görüştüğüm arkadaşlarım var ve kötü günlerimizde çokça arayıp sordular, bugün ben onları merak ediyorum, acayip bir şey bu, alışmak istemiyorum.
Reha Ruhavioğlu
Silahların yorulmak bilmez seslerinden, kış günü terlikle terk edilmiş evlerin molozlarından hatıra toplayan ağrılardan, buzdolabında bekletilmiş çocuk bedenlerinden, çeyrek ay sokakta yatakalmış anne bedeni sızılarından, isimsiz gömülmüş ölülerden, her seferinde bir yerde teğet geçmiş ölümlerden, patlamalardan, kınamalardan, direnişlerden, zaferlerden, gözaltılardan, tutuklamalardan, kayyumlardan yorgun ve artık Urfa’daki anlamıyla ‘gülmağ derecesıne gelmış’ bir ahval içinde, koyuluğu dipsiz bir karanlığın içine yakılabilecek her mumun alazına dört elle sarılmalık serin bir kış akşamı. MandaBatmaz’ın enfes Türk Kahvesi’nden nasip alınmış, İstiklal’in iğne atsan düşmez kalabalığında bir su dalgasının içinde sürüklenir gibi yürünmüş, bir Kürt kahvesine oturulmuş, ılık Lezzo içiliyor iken …
…İnsanlığın, insanın hak ve onuru lehine biriktirdiği değerlerin yazılı bir dökümünün, beynelmilel kabulünün sene-i devriyesi, Cumartesi, 10 Aralık. Bu değerler dökümünün en mühim vurgularından biri, ‘yaşamak, hürriyet ve kişi emniyeti her ferdin hakkıdır’ maddesi, bu manzumenin kabulünün sene-i devriyesinde, bir futbol maçı çıkışında ‘canlı bomba’ marifetiyle ihlal edildi. İstiklal’in kalabalığı ve gürültüsünden duymadığımız bu patlamayı, yakınların ‘patlama olmuş, ne taraftasın, iyi misin?’ aramalarından öğreniyoruz. Kayınbiraderim polis, onun teyze oğlu Beşiktaş’ta zabıta, ölüm hala teğet geçiyor, şükür mü etmeli?
İstiklal’e indiğimde kalabalığın üçte ikisinin evlere çekilmiş olması dışında hiçbir değişiklik göremiyorum. Yüzlere bakıyorum, iş çıkışı İstanbul suratları. Ürkütücü bir kanıksamışlık görüyorum. Belki benim de parçası olduğum bu kanıksamışlığın beni patlamadan daha çok ürküttüğü dışında bir şeyden emin değilim. Ertesi gün Galata’da, Kadıköy'de, metroda, vapurda, otobüste insanlar onlarca ölünün üzerinde geziyor gibi değildiler.
Pazar günü, kahvehanede ‘Lezzo’ isteyince ne istediğimizi anlayan abiye hemen Karslı olup olmadığını sordu arkadaşım, ben olsam Urfalı olup olmadığını sorardım. Ama Karslı, hem de Digor’lu çıktı adam. Bu kadarla kalmadı elbette, Digor’da bulunduğum vakit kapıma mektup bırakan, mektubu günlüğümün arasında hala duran canım öğrencim Fatma’nın amcası imiş. Büyümüşmüş Fatma, kocaman kız olmuşmuş, hey gidi. Akşam metrobüste tepesine dikildiğimiz kişi de tanıdık çıktı, Kartal’dan Yenibosna’ya ayda bir iki kere gidiyormuş ailesini görmeye, o gün bize denk gelmiş. İstanbul değil sadece, dünya da epey küçülmüş, hakkayyakîn müşahede ettik, mükerreren…
…
Ertesi hafta, 17 Aralık Cumartesi sabahı Antep yolunda kötü bir haber aldık, Kayseri’de çarşı iznine giden askerleri taşıyan bir belediye otobüsüne, Erciyes Üniversitesi yakınında, bombalı araç gelip çarparak ‘intihar eylemi’ düzenlemiş. Dört, Sekiz, On üç… bir haftada ne çok ölüm saydık. Az sonra başka bir haber, Kayseri epeydir beklediği bebeğe kavuşmuş, bombalı saldırının olduğu vakitlerde…
Pazar günü öğrendim ki çocukluğumun geçtiği, baba evimin mahallesinde, en az on beş senedir tanıdığım, ağabeyim, kirvem ‘Kantincı Mehmet Abi’nin arabası çalınmış ve ertesi gün, daha önce birkaç kere yarıda kaldığı ve kısmet olmadığı için bu sefer kırk endişe ile beklenen bebeğin doğduğu vakitlerde kayınpeder ve validemin, eşimin mahallesine yakın bir yerde, öğrencisi olduğum üniversitenin önünde bir bombalı saldırıda kullanılmış. Kayınbiraderi teğet geçen ölüm, onun baba olduğu vakit, onun memleketine çökmüş sabah sabah…
Kantincı Mehmet Abi, Cuma sabahı saat beş gibi kantine gitmek için evden çıktığında arabanın çalındığını fark etmiş ve polisi aramış, gelip tutanak tutan polis saat yedi gibi onu karakola çağırıp ifadesini almış. Cuma günü akşam Mehmet Abi, Karayolları’nda çalışan bir akrabası sayesinde HGS kayıtlarından arabasının Urfa’dan otobana girdiğini ve yaklaşık on saat sonra, akşamleyin Adana’dan çıktığını öğrenmiş. Cumartesi sabahı karakola gidip tekrar sorunca polisler arabanın Urfa’da olduğunu falan söylemişler, bizimki de kızıp tartışmış polislerle ‘ben tek başıma öğrendim Adana’da olduğunu siz hala Urfa’da arıyorsunuz’ diye. Karakoldan eve döndükten bir saat sonra da eve baskın yapılmış ve ev ahalisi komple gözaltına alınmış. Sonra diğerlerini bırakmışlar, Mehmet Abi kalmış. Üç hafta oldu kendisinden hiç haber alamadık, ailesi ile de görüştürülmedi, bildiğimiz kadarıyla ifadeye de çıkarılmadı, falan, neyse…
Bütün bu hikâyenin içinde irademden bağımsız dolanıp durmak çok acayip geliyor bana, günlerdir Beşiktaş’tan Kayseri’ye, Halep’ten Kobanî’ye, oradan Urfa’ya ipler birbirine ulanıyor zihnimin içinde. Bir şey oluyor ve sen kendini o şeyin uzağında zannediyorsun. Ama işte hikâye yazdığım gibi, biz kurgulayıp dolaştırmasak da bizim fena halde içinde olduğumuz bir hikâye.
Bu yazıyı duvaR’a göndermeye niyetlendiğim gün, bombalı silahlı ölümün bu sefer İzmir’e çöktüğü güne denk geldi. Orada da sevdiğim, görüştüğüm arkadaşlarım var ve kötü günlerimizde çokça arayıp sordular, bugün ben onları merak ediyorum, acayip bir şey bu, alışmak istemiyorum.
Bu hikâyenin mutlu sona, içinde dolanıp durduğumuz karanlığın bir ‘barış’ ışığına bağlanmasını isterdim, hâlâ istiyorum, hep isteyeceğim. Hep isteyelim…