Sissa'nın buğdayları
Satranç çok tehlikeli bir oyundur. Gereğinden fazla adildir, bir çoban bir kralı üç hamlede yenebilir. Çok zeki bir rakibi, sadece sabır ve sıradan aklın süreğenliğiyle devirebilirsiniz.
Uğur Aflay
İllüzyonun en önemli kurallarından biri sağ gösterip sol vurmaktır. Eğer niyetiniz pantolonun arka cebindeki cüzdanı almaksa, kurbanın diğer omzuna dokunur dikkatini dağıtırsınız. Gösteri sanatlarındaysanız masum elinizi seyircinin gözlerine sokar, tiz sesinizle kulaklarını ve anlamsız sorularınızla aklını meşgul eder, günahkar elinizle de olayı bitirirsiniz. Buğdayın ve satrancın yolculuğu böyledir.
Göbeklitepe, yerleşik düzene ve tarım toplumuna geçişimizin en az 15000 yıllık öyküsü olduğunu düşündürüyor. Daha derini kazmamızı gerektiren açgözlülüğümüz, bu tarihlendirmeyi yakın bir gelecekte, yeni kanıtlarla, daha eskiye dayandıracaktır. Elbette bu, dengesiyle yeterince oynadığımız doğanın, ‘hazır derin kazmışken’ diye popomuza tekmeyi basıp, üzerimizi kalın bir lav tabakasıyla kapatıp bizi ‘eski’ yapmayacağı iyimserliği içerisinde yazılmış bir cümledir.
Buğday, aklın evrilmesinde önemli bir role sahip oldu. Tek tek bulunabildiği yerlerden toplanmak yerine, küvette buğday banyosu yapabilecek kadar gereksinim ötesi üretim ve biriktirme; küçük takasların yerine ticaretin, her başarılı av sonrası mızrağa atılan çentik yerine sanatın, tuzaklama ile sınırlı kurgu kapasitesinin ise oyuna evrilmesini sağladı. Hastalıklar, savaşlar, kontrolsüz nüfus artışı, doğanın tahribi, dinler, suç, yasa ve devletin ortaya çıkışı, buğdayın evcilleştirilmesiyle kendine yön buldu. Sert buğday taneleri elendi, azaldı, daha az sayıda olan ve kendi seyrinde az kalması veya yok olması gereken mutasyonlu yumuşak taneliler insan eliyle seçilip çoğaltıldı. İnsanın mı buğdayı, buğdayın mı insanı evcilleştirdiği, tam da bu noktada bakış açısına göre değişen bir belirsizliğe sahiptir.
Buğday-oyun ilişkisi bin yıllar sonra farklı renkte bir giysiyle yeniden karşımıza çıktı. M.Ö. 4000 yıllarında satranca benzer bir oyun Mısır’da oynanıyordu. Modern satrancın adını aldığı chaturanga ise Hindistan kökenlidir. Sanskritçe chatu dört, ranga kısım demektir ve oyun adını Hint ordusunun savaş düzeninden alır. Bir rivayete göre savaşmayı çok seven, bir başkasına göre canı çok sıkılan (olasılıkla sevişmek henüz icat edilmediğinden her ikisi) Raja Balhait’e, bir Brahman rahibi olan Sissa’nın hediyesidir. Oyun tam da Balhait’in istediği gibi, zarların kullanılmadığı, sabır, zeka, zihinsel yoğunlaşma ve yoğunlaşmada dayanıklılık, öngörü, mantıksal çıkarımlar gerektirmektedir. Ödül olarak ne istediği sorulduğunda Sissa’nın yanıtı buğday olur. İlk kare için 1 tane, sonraki her kare için öncekinin iki katı buğday tanesi. 64. kare için 184 milyar ton buğday gerekmektedir. (FAO 2016’da tüm dünyada üretilen buğday miktarını 723 milyon ton olarak bildirdi) Satrancın makus talihi, tıpkı ilk tarım toplumları gibi buğdayla sınandıktan sonra başladı.
Satranç hiçbir zaman sadece bir oyun olarak kalmadı. Sadece hamleler ve karşı hamleler değil, rakibinizin ruhsal, davranışsal niteliklerindeki değişimler de oyunun bir parçasıdır. Bunu turnuvaya hazırlanan deneyimli bir arkadaşımın, vasat altı bir oyuncu olmama rağmen, zayi edilebilir eğitim materyali olarak beni seçmesiyle öğrenmiştim. Yüz kez oynasak yüz iki kez kazanacak (en az iki mars kesin) birikimine rağmen, at arkasına sakladığım bir vezirle es kaza oyunu kazandığımda “i…ne gibi oynama devrimci gibi oyna” diye bağırmış, ben ise atın cinsel organı ve yüksek topuklu ayakkabıları olup olmadığını kontrol etmek zorunda kalmıştım. Satranç, kaybederken yücelebileceğiniz, kazanırken onurunuzu ve güvenilirliğinizi kaybedebileceğiniz bir oyundur.
Satranç çok tehlikeli bir oyundur. Gereğinden fazla adildir, bir çoban bir kralı üç hamlede yenebilir. Çok zeki bir rakibi, sadece sabır ve sıradan aklın süreğenliğiyle devirebilirsiniz. Siyasi olarak da çok sorunludur satranç. Basit bir piyon yeterli zeka, sabır ve manevralarla vezirliğe yükselebilir. Hele oyunun sonu tam bir felakettir. Nefret ettiğiniz komşu hükümdarın tüm ordularını, subaylarını, tüm yönetim kadrosunu yok edebilirsiniz ama oyun şah mat ile biter. Mattan sonra şahın alınma, işkence edilme, kollarının bacaklarının koparılması, tecavüz edilmesi gibi tatmin seviyesi yüksek nimetlere sahip olamazsınız. Düşman şah ölmüyor, mattan sonra ‘e daha naber’ dercesine tahtanın ortasında hiç keyfini bozmadan duruyor, sonrasındaysa, kutusuna, kazanan şahın hemen yanına, sanki kendisi kazanmış gibi eşit koşullarda konulup istirahate çekiliyor. En tehlikeli durumsa, tek bir düşman askerini öldürmeden (almadan) gayet barışçıl bir şekilde oyunu sonlandırma olasılığınızın bulunmasıdır (1.f4 e6 2.g4 Vh4 şah mat ve masada hala 32 taş var). Bu haliyle verdiği mesaj, otoritesini korku ve kanla kurup koruyanlar için bir kabustur.
Hindistan’da dini ve siyasi baskılar sonucu bir süre yasaklandı ve gizli oynanmaya başlandı. Budist rahipler ve tüccarlar tarafından Çin, İran, Orta Asya içlerine dek oyun taşındı. İran’da o kadar fazla sevildi ve sahiplenildi, ki hala oyunun İran kökenli olabileceğine dair görüşler savunulur.
Arabistan’da İslamiyet yeni filizlenmeye başladığında, satranç küçük değişikliklerle neredeyse tüm Kuzey Afrika, Ortadoğu, Mısır ve Anadolu’da zaten oynanmakta olan bir oyundu. Kuran-ı Kerim’de, o dönem oynanan bir oyun olmasına rağmen yasaklayıcı herhangi bir ayet mevcut değildir. Yasaklama “meysir” (kumar oyunları) içindir. Sahih olup olmadığı şüpheli hadislerde ve daha sonra İslam alimlerinin bir çoğunun yorumlarında yasaklanmış, hatta oynayana selam bile verilmemesi tavsiye edilmiştir. Yasaklama Emeviler döneminde en tepe noktasına ulaşmasına rağmen, Avrupa’ya yayılışı yine Emeviler aracılığıyla İspanya üzerinden olmuştur.
Satrancın Hristiyanlıkla imtihanı bu şekilde başladı. Çok sevildi ve özellikle soylu sınıf tarafından benimsenip hızla yayıldı. Elbette yasaklanması da uzun sürmedi. Katolik kilisenin yasakladığı, oynayan halkın cezalandırıldığı ancak soyluların ve entelektüel tabakanın yasaklara rağmen oynamakta ısrar ettiği satranç, yaklaşık 100 yıl süren didişmeden sonra, vezirin Meryem Ana’ya (bir görüşe göre Kastilya Kraliçesi Isabella’ya) atıfla Quenn (Kraliçe), filin papaza (bishop) dönüşmesiyle kilise tarafından hazmedilebildi.
Buğdayı evcilleştirdiğini zannederken onun kölesi olan insan paradoksu gibi, yasaklandıkça çoğalıyordu satranç. Koca koca adamların, parmak kadar taşları takıntı haline getirmesinin nedenini, görkemli tahtlarının ve sorguya mahal vermeyen güçlerinin, tüm kolay halledilebilir görünümüne rağmen Sissa’nın buğdayları karşısındaki çaresizliğinde aramak gerekir.