İktidar savaşları hep mi böyle olur? Tınni tnni tinniiiii!
İktidar savaşlarının bir yanında hep zindan vardır. Bunu bilirim. Daha çocukken bildim. Ama hâlâ benzer şeyleri görmek ne acı... Zindanlar hep mi aynı kalır...
Orhan Gazi Ertekin
Biraz önce ihraç edilip tutuklanmış bir hâkim eşinden bir mesaj aldım. Soruşturma sürecinden şikayet ediyor, kendisi ve çocuklarının eşi ile yaşadığı görüşme zorluklarından dert yanıyordu. Aniden içine sürüklendikleri bu yeni dönemde en çok da yaşlı annesi ve çocukların yaşadıkları travmanın kendisini çok rahatsız ettiğini söylüyordu. Benzer şikâyetleri son zamanlarda çok fazla alıyorum maalesef.
Bu ülkede daha altı ay önce hâkim savcılık yapan binlerce insan bugün “tutuklu ailesi” konumuna geldi ve iktidar savaşının yenilenleri sırasına dizilip hükümlerini bekliyorlar. Onların hikayelerini zaman içinde daha geniş ve tafsilatlı olarak öğreneceğiz belli ki.
Biliyoruz ki her iktidar savaşının bir ucu zindana gider daima… Ve her iktidar savaşından sonra birbirinden farklı toplum kesimlerinin binlercesi cezaevlerinin önünde kendilerine bir “hayat” kurarlar… Gerçek anlamda orada yaşarlar. Kalpleri orada atar, Sevinçleri ve acılarını orada açarlar birbirlerine. Elleri yüreklerindedir hep…
Henüz aldığım bu mesaj beni çok eskilere götürdü. Bir “tutuklu ailesi” olduğum günlere… Bundan tam 36 yıl önce abim Mustafa Ertekin Mamak Cezaevi'nde yatıyordu. Her zamanki görüş günlerinden birinde sabah 5’te Emek Mahallesi 60. sokaktaki halamın evinden çıkıp Dikimevi otobüslerine bindim. Bir ortaokul öğrencisiydim. Dikimevine gelince bu kez dolmuşla Mamak köprüsünde indim. Benimle beraber oldukça yaşlı bir kadın ve benim yaşlarımda bir kız çocuğu da indiler ve etrafa Mamak Cezaevi'ne nasıl gideceklerini soruyorlardı. Onlara ben de cezaevine gidiyorum beraber gidelim dedim ve yukarıya nizamiye kapısının karşısındaki kömür deposuna kadar yürümeye başladık. Yaşlı kadının elinde plastik örme bir torba vardı. Bilen bilir o torbalar file sonrasının eşya taşıma poşetleriydi (Geçenlerde İpek Özel’de de gördüm o torbayı :) ) Torbanın içinde bir şey olduğu belliydi. Yaşlı kadın torbayı elinde sımsıkı tutuyor. Bir yandan mutlu ve sevinçli görünüyor. Ama birkaç saniye sonra Kürtçe bir şeyler söylüyor, her bir sözcükten sonra “tınniii” “tınniiii” “tınniiiiii” diye uzatıyor, yüzü geriliyordu. Kömür deposunun önüne gelip ateşin yanında ısınmaya başladığımızda da aynen devam etti sevinç ve üzüntü aralıklarına ve aynı sözlere. Ne yapacağımı bilememiştim. Kıza ne dediğini sordum yaşlı kadının. Ninesiymiş. Amcasını ziyarete gelmişler Elazığ’dan. Torbada da tereyağı varmış ninesinin aylardır içerdeki çocuğunun yemesi için biriktirdiği. İçeri almazlar götürme demişler. Ama o alacaklarından eminmiş. Tunniii ise “yok” demekmiş. Ekmek yok, aş yok, bağ yok, bahçe yok, herif de yok… diyormuş…
Almayacakları kesindi tereyağını. Benim kaçıncı gelişimdi. Uzmanı olmuştum Mamak Cezaevi'nin. Bir şey diyemedim kadına. Aylardır kendisini buna hazırladığı belliydi. Dışarıdaki koca bir iktidar savaşına o kendi dünyasından bakmış, kendi dünyasından hazırlanmıştı. Oğluydu içerdeki ve gerisinin bir önemi yoktu onun için. Belliydi…
Kızcağıza almazlar tereyağını. Ne yapacağız dedim. “Însaniyet için yapmazlar mı ninemin tek isteğini” dedi. Mümkün değil dedim. Nizamiyedeki polislerin önünde sıraya girip yazıldık. Körüklü belediye otobüslerine binmeden önce arama vardı. Yaşlı kadına sordular “Bu ne?” diye. Kız hemen atıldı ve tereyağı diye cevap verdi. Polis bir aleladelik içinde almaya kalktı torbayı. Alamadı… Biraz daha sert çekmeye kalkıştı. Gene alamadı… Birden öfkeyle kadına baktı hiçbir söz etmeden. Kadın gene tınmadı… Bir kez daha bütün gücüyle yüklendi polis. Sanki kadının gövdesinden bir parça kopartıyor gibiydi. Gene alamadı… Ben ve yaşlı kadının torunu dehşete kapılmıştık. Polisler toplanmaya başlamışlardı ve en azından oğlunu görmesi gerekiyordu kadının. Bu kez biz elinden almaya kalkıştık. Gene alamadık… En son torunu Kürtçe bir şeyler söyledi. Ne dedi bilmiyorum. Ama torba kadının elinden kendiliğinden düştü yere… Yaşlı kadın donmuş haldeydi…
Bindik otobüse. Hüseyin dağına doğru giderken saatlerdir konuşan kadın bağrını tuttu ve hiç konuşmadı. Meğer yaşayacağı tek şey bu değilmiş…
Cezaevi bloklarının arasında indirdiler bizi otobüsten. Bir küçük havuz vardı orada. Kadının yüzünü yıkadık. Birkaç tutuklu ring aracına bindiriliyor. Onlar da slogan atıyorlardı. Onlara baktı hafif bir baygınlık geçirdi. Hiç böyle bir dünyanın içine girmeyi beklemiyordu belli ki. Kimbilir?
Kadının en sonunda oğlunu görüp buruk da olsa bir sevinç ile çıkacağını zannediyordum cezaevinden. Bizi içeriye aldılar. Kabinlerimizi bulduk. Onların kabini de benimkinin hemen yanındaydı. Abim geldi. Görüştük. Önce onları koğuşlarına götürdüler. Hemen arkasından bizim çıkmamız gerekiyordu. Yan kabine baktım. Kız “Gelmedi amcam. Yeniden işkenceye götürmüşler. Arkadaşı söyledi” dedi… Öyle beklemişler orada… Yaşlı kadına baktım. Hayatım boyunca unutamayacağım bir keder vardı yüzünde… Bırakın yüzüne bakmayı yüzünü anlatmanın bile yüreği deleceği türden bir keder…
Ne diyeyim? Ne diyeyim?
İktidar savaşlarının bir yanında hep zindan vardır. Bunu bilirim. Daha çocukken bildim. Ama hâlâ benzer şeyleri görmek ne acı... Zindanlar hep mi aynı kalır... Dışarıdaki koca bir şehir gürültüsünün sakladığı, saklayamadığı, unuttuğu unutamadığı, unutmaya çalıştığı… Oysa şehrin vicdanı hep oradadır…