Kandırılmadım; hâlâ barış istiyorum
Devletin, “Kürt Sorunu”nu savaşla çözmeye çalıştığı en karanlık yıllarda işte bu mülayim tarih öğretmenim nasıl olduysa derste “arkadaşlar taşa baltayla vurursanız, taş yüzünüze sıçrar” demişti. Bu söz benim yıllarca zihnimde kazılı durdu.
Tezcan Durna*
Aynı numaralı KHK ile kamu görevinden ihraç edildiğimiz Nilgün Toker “Filozof ve Ulus” başlıklı makalesinde Fransız felsefeci Philippe Soulez’den alıntıyla savaş dönemlerinde filozofun savaş karşısında iki türlü tavır takındığından bahseder. Birincisi “ulus adına konuşma”, diğeri de “ulusla konuşma”dır. Bu makale ihraç edilmeden önce vermekte olduğum “Türkiye’de Aydınlar ve Köşeyazarları” dersinde okuttuğum enfes makalelerden birisiydi. Buna göre, “ulus adına konuşma” filozofun homojen bir birlik olarak ulusla özdeşleşmesine ve dolayısıyla ulusun içine girmiş olduğu veya sürüklenmiş olduğu savaşta onu yüreklendirmesi işine yarar.
“Ulusla konuşma” ise filozofun ulusu yaşadığı krizi kendisiyle tartışacağı bir diyalog muhatabı olarak kabul etmesine ve elbette içine düşülen savaşı sorgulamasına yol açan bir edim olarak karşımıza çıkar.¹ Ulusla konuşma ediminin gazetecilik bağlamındaki karşılığı ise “barış gazeteciliği”dir, ki Ankara Üniversitesi İLEF’ten ihraç edilen her akademisyen, çalışma alanı ne olursa olsun barış yanlısı gazetecilik nasıl yapılır çok iyi bilir. Dolayısıyla biz barış imzacıları, “bu suça ortak olmayacağız” derken bizatihi devletle değil “ulusla konuşma” kaygısındaydık. Bu arada biz filozof muyuz? Elbette HAYIR, biz hepimiz birer bilim emekçisiyiz.
Bu kayıtla yazıma başladıktan sonra fena halde kişisel olan kendi hikayeme geçeceğim. Bu, aynı zamanda bütün “ulus”un gözünün içine baka baka “kandırıldık” diyenlere, “bir insan nasıl kandırılmaz”ın hikâyesidir. Ben Alevi-Bektaşi bir anne babanın çocuğuyum. Aynı zamanda İmam Hatip Lisesi mezunuyum. Bu satırları okuyanlar, bu iki kimlik arasındaki çelişkiyi sorgulamaya başlamışlardır eminim. Bu bir çelişki değil inanın. İnanmışlıkla pragma arasında gidip gelen bir çocuğun kendine okuma yolunda açmaya çalıştığı çetrefilli bir yoldur. Şöyle ki; eğer köyde doğmuş ailenin tek erkek çocuğu iseniz ve de nedenini hiç bilmediğiniz biçimde içinizde okumak, araştırmak, kitaplardan bir şeyler öğrenmek arzusuyla yanıyorsanız, bir yolunu bulup okursunuz.
İlkokulu bitirdikten sonra iki yıl okula gidebilmek için gözyaşı dökerken, karşınıza Kuran öğrenmeye gittiğiniz bir köy imamı çıkar ve sizin okula gönderilmeniz için babanızı razı eder. Ama plan şudur: İmam Hatip Lisesine gönderileceksiniz. Mezun olduktan sonra köy halkı sizin köye imam olabilmeniz için istekte bulunacak ve hem sizin okuma arzunuz tatmin olacak, hem de babanız oğulsuz, tarlalar çiftçisiz kalmayacaktır. Plan muhteşem. Ama gelin görün ki, plan beklendiği gibi ilerlemez. Siz hiç beklenilmediği halde, mezun olduktan sonra üniversite kazanırsınız. İşte inançtan pragmaya geçtiğimiz an. Baba oğlunun üniversiteyi kazanmış olmasına üzülmüş olmasına rağmen, oğlunu kerhen Ankara’ya üniversite okumaya gönderir. Üstelik de gazetecilerin katledildiği, hapislerde süründürüldüğü, bir yıl önce Uğur Mumcu’nun katledildiği bir memlekette, oğul gazetecilik bölümünü kazanmıştır. Oğul babasına üniversiteyi kazandığını müjdelemeye gittiği zaman, baba başını yaptığı işten kaldırır ve “iyi halt ettin” der. Üstelik bakışı da bunu söyler. Hikâye bu. Bu hikâyedeki kandırılmama kısmı nerede?
Gelelim ona... İmam Hatip Lisesi’ne gönderilmiş bir Alevi çocuk ne olursa olsun el üstünde tutulur. Zira bir Alevi hâlâ bu memlekette “hak yolu”na erdirilmesi gereken bir zındıktır. İşte bu nedenle bir Alevi çocuğu, hele de okumaya meftunsa ve gelecek vaat eder görünüyorsa, seksenli, doksanlı yılların el üstünde tutulan Fethullah Gülen Cemaati'nin de radarındadır doğal olarak. Ben bu nedenle eğitim hayatım boyunca en az üç ya da dört kere Gülen Cemaati'nin radarına girdim. Liseyi okurken, yaşadığım ilçede yurtlarına çağırdılar. On dört on beş yaşlarında bir çocuk olarak tek başına farelerin cirit attığı yıkık dökük bir evde kalmayı göze alarak bunu kabul etmedim. Elbette bunda babamın bu tür cemaatlerden oğlunu koruma kaygısı da etkili oldu.
O zamanın orta okulunu bitirdikten sonra başka bir kentte Parasız Yatılı Meslek Lisesi kazandım. Çok kısa süreliğine oraya kaydoldum. Cemaat burada da etkinlik gösteren yegane örgüttü ilginç bir şekilde. Cemaatin şakirdleri ellerine hazır imam düşmüş diye bayram ettiler, sohbetlerine çağırdılar. Bu okulda Cemaate katılsaydım, rahatlıkla verdikleri üniversiteye hazırlık kurslarıyla çok arzu ettiğim üniversiteyi kazanabilirdim. Ya da katılmayarak sadece meslek lisesinden mezun ama üniversite kazanma ihtimali olmayan bir ziraat teknikeri olurdum. Daha on beş on altı yaşlarındayken bu iki ihtimali de reddedip eski okuluma geri dönmeyi tercih ettim. Yani, imam olma ihtimaline geri döndüm.
Üniversiteyi kazandım. Başvurduğum halde yurt çıkmadı. Kaydolmaya gittiğim üniversiteye giden yolun üstü cemaatin şakirdleriyle doluydu. Her biri Anadolu’dan gelmiş, yurt çıkmamış genç insanları “yakalama” yarışındaydı. Neyse ki ben zaten çok önceden plan yaptığımız çocukluk arkadaşımla eve çıkmayı düşündüğüm için burada da yakalanmadım. Üniversitenin ilk yıllarında neredeyse bedava denebilecek bir geziye davet etti cemaat şakirdleri. Evet bu geziye katıldım. İtiraf etmeliyim ki, gezi çok organizeydi ama bu gezinin karşılığında istedikleri tek şey namaz kılmanız ve davet ettikleri “yola” girebileceğinize dair bir işaretti. Ben bu işareti de vermedim. Bu son karşılaşmam oldu cemaatle. Zira, üniversitenin ilerleyen yıllarında artık ne Alevi-Bektaşi idim, ne Müslüman’dım, ne de Türk idim; sadece insandım. Hatta yeryüzündeki diğer canlılardan hiç bir farkı olmayan bir canlı idim.
Bu benim için bir aydınlanma mıydı? İlk zamanlar belki öyleydi. Akademik hayatımın ilerleyen yıllarında elbette aydınlanmayı da sorgulamaya başlayacaktım. Ancak çok kısa bir aralık istisna olmak kaydıyla, ne samimiyetle inanan Müslüman’a, ne Alevi-Bektaşi’ye, ne Kürt’e ne de Ermeni’ye karşı bir önyargım oldu. Bunun nedeninin hikâyesi ise aynı zamanda neden barış bildirisine imza verdiğimin hikâyesidir.
Gelelim bu hikayeye... Ben ilk kez bir Kürt ile beş altı yaşlarında karşılaştım. Yaşadığım köye gelen bir grup mevsimlik işçinin pek çoğu Türkçe bilmeyen kadınlardan oluşuyordu. Onlardan birisi de bizim bahçemizde işçilik ediyordu ve elbette kalacak yerleri olmadığı için köy evimizin birkaç odasını onlara açmıştık. Aynı sofrayı paylaşıp ayna tabağa kaşık sallıyorduk. O kadınların arasından birisi bana “anlamadığımız” bir dilde “Ali” diye seslenerek seviyordu. “Ali” diyor ve ardından bir şeyler söylüyordu. Annem o her “Ali” dediğinde “Hayır onun adı Ali değil, Tezcan” diyordu kendi dilinde; ama nafile. Kadın “Ali” diyip ağız dolusu yanaklarımdan öpmekte ısrar ediyordu. Bir süre sonra annem de ben de pes ettik ve kadının bu sevgi dolu “Ali” nidasına teslim olduk. Hâlâ bilemiyorum. Kadın Kürt-Alevi idi de, her küçük çocuğu “Ali” diye mi seviyordu, yoksa bizim köyün Alevi köyü olduğunu bildiği için mi böyle davranıyordu. Sebebi ne olursa olsun, konuşulan dili anlamasak da sevginin diliyle anlaşmıştık.
Doksanların en karanlık dönemiydi. İmam Hatip’te okurken namazında niyazında bir tarih öğretmenimiz vardı. Çok mülayim, zaman zaman öğrencilerin derste azıtmasına, kaynatmasına “dur” diyemeyecek kadar mülayim bir öğretmendi. Unutamadığım öğretmenlerimden birisidir. Devletin, “Kürt Sorunu”nu savaşla çözmeye çalıştığı en karanlık yıllarda işte bu mülayim tarih öğretmenim nasıl olduysa derste “arkadaşlar taşa baltayla vurursanız, taş yüzünüze sıçrar” demişti. Bu söz benim yıllarca zihnimde kazılı durdu. İşte insanın hayatında karşılaştığı insanlarda bıraktığı izler bu derece önemlidir.
Yıllar geçti bu sözü duyduğumdan beri. AKP iktidar oldu. Memlekete barış getireceğini vaat etti. Bu söz iktidarda bir dönem yankı buldu. Artık “taşa” baltayla vurmak değil, onun ne söylediğini, ne istediğini dinlemek zamanıdır denildi. Savaşta çocuklarını kaybeden Kürdü, Türkü barış gelecek diye umutlandı. Ancak öyle bir zaman geldi ki, tüm umutlar çöpe atıldı, devlet tekrar taşa baltayla vurmaya başladı, hem de geçmişin baltalarından daha beter silahlarla ve acımasızlıkla. İşte ben kişisel tarihimden süzülüp gelen bu deneyimlerle vurulanın yanında durmak için, devletle değil “ulusla konuşmak” için barış bildirisine imza verdim.
Levinas, etik ilişkinin başkasının “ben”deki bıraktığı mutlak izden kaynaklandığını söyler. Simon Critchley de², yine etiğin sonsuz taleple mümkün olduğunu belirtir. Ben kişisel olarak şu yaşıma kadar her türlü ezilen için, başörtüsüyle kampüse giremeyip peruk takmak zorunda bırakılan genç kadınlar için, madende, inşaatta, fabrikada güvencesiz çalıştırılan işçiler için, hidroelektrik santrali yapmak için yok edilen ağaçlar için, sokaklarda tehdit olarak görülüp eziyet edilen sokak hayvanları için imza verdim. Barış için verdiğimiz imza, verdiğimiz tüm diğer imzalardan farklı değildi. Barış için, insanca, hakça, özgürce yaşamak için yine olsa yine imza veririm. Zira sonsuz talep, bir etik-politik bir duruştur. Bu taleplerimizin arkasında olmaya, sonsuzca istemeye devam edeceğiz.
Haa bu arada “HAYIR”da hayır vardır.
¹Nilgün Toker, “Filozof ve Ulus”, içinde Politika ve Sorumluluk, İstanbul: Birikim Yayınları, 2012.
²Simon Critchley, Sonsuz Talep, İstanbul: Metis Yayınları, 2009.
*679 numaralı KHK listesiyle ihraç edilen Ankara Üniversitesi Barış İmzacısı Akademisyen