Bizden biri: Çakal
Alanda hem olan hem de olmayandır çakal; oyunun kendisine hem değer veren hem de vermeyen, alanın hususiyetlerini ve kurallarını hem içselleştirmiş hem de içselleştirmemiş olandır çakal; makale yazması yaptığı işin gereği olan ancak bunu asistanına yaptırtan hocadır; komisyonların ve jürilerin her şeyden önce “usul gereği” toplandığı bir akademik (!) dünyada “gerçekten yapmak” yerine “yapıyormuş” gibi yapan bir failidir çakal.
Levent Ünsaldı
Geleneksel-Modern veya Kentli-Köylü gibi, Türkiye özelinde tedrisi ve malumatçı bir işleve sahip olmaktan başka bir “mahareti” olmayan dikotomileri aşabilecek ve gündelik hayatın griliğindeki ve kıvrımlarındaki toplumsalı yakalayabilecek bir sosyoloji pratiğine duyulan ihtiyaç bugün kendini her zamankinden daha fazla hissettirmekte. Bunun sebebi ise oldukça basit: Esasında, farklı perspektiflerden yola çıkılsa dahi tüm bir sosyoloji literatürünün temel meselesi, Nisbet’in çok yerinde bir biçimde otorite/iktidar, statü/sınıf, kutsal/seküler, yabancılaşma/ilerleme dikotomileri üzerinden kavradığı ve zamansal ve mekânsal koordinatları yeterince net olan bir değişimi kavramak olmuştur. Ancak burada önemli olan, bu “hikâye”nin Batı toplumlarının bir “hikâyesi” olduğu, anlatılan gelişimin Batı toplumlarının gelişimi olduğu, yapılan tahlilin Batı toplumlarının tahlili olduğudur.
Ancak lütfen dikkat; bunları ifade ederken ne kıymeti kendinden menkul bir Doğu-Batı düalitesinin ne de sığ bir kültüralizmin savunuculuğunu yapmak isterim. Batı nerede başlar, nerede biter orasını bilmiyorum; Batılı veya Doğulu toplum dendiğinde ne anlaşılması gerekir onu da bilmiyorum. Tarih üstü bir kültürel devamlılık fikrine de her zaman uzak durdum. Ancak şunu biliyorum; bugün Fransa, Almanya veya İngiltere gibi Batı Avrupa olarak işaret edilen memleketlerde biraz olsun yaşamanız, Bourdieu’nün alanlarını veya Tönnies’in cemiyetini nesnel şartlarda, gündelik hayatta işler hâlde görmeniz için yeterli olacaktır.
Örneğin, Weber’in “Protestan Ahlakı”nı niteleyen unsurlardan biri olarak “mesleki erdem”, küçük burjuva söylemindeki “layıkıyla yapılmış iş” vurgusuyla yer yer kesişir ve gündelik hayatta, örneğin bir yemekte, kafanızı şişirecek derecede sizi detaya gömen, anlattıkça anlatan, bundan da heyecan duyan köşeli bir meslek erbabının hayatla köşeli ilişkisinde karşınıza çıkar her şeyden önce. (Merhum üstat Çetin Altan haklıydı dostlar!) Öyle ki; Batı kökenli “köşeli” sosyal bilimlerin ve teorilerin, aralarındaki önemli farklara rağmen, bize bu “köşeli” failin çeşitli seviye ve alanlardaki “köşeli” hikâyesini “köşeli” kavramlarla anlattığı dahi düşünülebilir (ki bu anlatımın en üst seviyesi Homo economicus’dur).
GRİLİK... KIRMALIK... TEKİNSİZLİK...
Türkiye gibi bir ülkenin yaşam alanlarını en iyi tasvir edebilecek kavramlar daha ziyade, griliktir, kırmalıktır, tekinsizliktir…
Oysa Türkiye’de olmayan tam da bu köşeliliktir ve bu, her şeyi değiştirecek, elimizdeki kavram setlerini (Batı menşeli veya değil) gözden geçirmemizi gerektirecek nitelikte bir farklılıktır. Burada köşelikten kastım, Bourdieucü bir terminoloji kullanmak gerekirse, farklı toplumsal alanlar ve onların hususiyetlerinde “sabitlenmiş” bir yaşamın ve bu ontolojik zeminde konumlanmış failin eylem saiklerinin, bir veya birkaç ilkeden hareketle nispeten daha kolay kavranılabilme ve öngörülebilme karakteridir. Bu, gündelik hayatta, daha dingin, rutin, neyin-nerede “durduğu” belli, “riskin” olabildiğince dışlandığı, meslek hatları oldukça net bir toplum imgelemiyle kesişir.
İlerleyen satırlarda tipleştirmeye çalışacağımız “çakal”ın en temel hususiyetlerinden biri tam da bu tanımın zıttında konumlanmasıdır; eylem saiklerinin çok parçalı bir bilişsel yapıya (veya habitusa) riayet etmesi ve bundan ötürü de tek bir ilkeden hareketle kavranmasının güç oluşudur. Türkiye “gibi” bir ülkeni yaşam alanlarını en iyi tasvir edebilecek kavramlar daha ziyade, griliktir, kırmalıktır, tekinsizliktir; Bourdieucü anlamda alanların sürekli çok parçalılığı ve iç içe geçmişliğidir. Yukarıda tasvir edilen meslek erbabı, örneğin sucu, burada, evinize gelip düzgün contayı alıp yerine eskisini takandır; iki gün sonra hırdavatçı-tesisatçı, bir ay sonra bir yazıhane sahibi, bir yıl sonra da bir resmi kurumda veya belediyede görevli-hizmetli-sivil memur olarak karşınıza çıkabilir.
Aynı zamanda doktordur da avukattır da ve elbette akademisyendir de. Yapıyormuş gibi yapan ama yapmayan, işi bilen işe gitmeyen, meşru sosyal pratikler açısından aslında tam da yapılması gerekeni yapan bir figürdür. İşte biz bu figüre “çakal” diyeceğiz? Peki, nedir çakalın hususiyetleri? Nasıl kavranılabilir?
GRİDE SEYREDEN... ÇOK PARÇALI KIRIKLI...
Çakal, her şeyden önce bir töz değildir. “Köşeli” veya “net” olana, diğer bir ifadeyle eylem saikleri daha bütüncül bir çerçevede daha belirgin birtakım ilkelere riayet edene (veya bu ilkeler çerçevesinde kavranabilir olana) göre tanımlanabilir. Dolayısıyla çakal, gride seyredendir; zira bizatihi bilişsel dünyası gridir, çok parçalı ve kırıktır. Örneğin hem kentli hem köylüdür çakal; hem tarım toplumunun şeref, namus ve haysiyet kodlarıyla hareket edebilen hem de eş zamanlı olarak bu kodlarda en kabul görmeyeni bile yapabilendir çakal. Örneğin, “mahallenin kızlarının” namusunu korumaktan çekinmeyen (“delikanlılık”) ama yazıhanesinin önünden geçen “dışarıdan” kızlara da bakmaktan kendini alıkoyamayandır.
Hem rasyoneldir (araçsal rasyonalite anlamında) hem de değildir çakal; hem J. Stuart Mill’i bile şaşırtabilecek bir faydacılık ilkesini özenle takip edendir hem de eş zamanlı olarak “küçük hesap” yaparak büyük balığı kaçıran veya tüm itibarını yok edendir çakal. Yıllardır gittiği ve tanındığı hale yaptığı kiraz teslimatlarında, topu topu 1000 TL daha fazla kazanmak için ve üstelik de fark edilmemesinin olanaksız olduğunu da bildiği halde, Napolyon kirazlar arasına başka tür kirazlar karıştırarak tüm itibarını kaybeden ve o hale bir daha ayak basmamak zorunda kalan Ispartalı kiraz üreticisidir. Farklı ilke ve gayeleri aynı anda devreye sokabilendir çakal; tanıdık olduğu için fiyat kıran (veya kırmak zorunda kalan) ama o kırdığı fiyatı, gerekmediği halde “tesisatın komple” değişmesi gerektiğini söyleyerek çıkarmaya çalışandır veya “solculuk” diskuru üzerinden kitapları ön ödemesiz almaya çalışan, rafa koyan, satan, ödemeyi ise her defasında “cuma”ya atarak geçiştiren muhalif kitapçıdır.
BİR FAİLDİR ÇAKAL...
Alanda hem olan hem de olmayandır çakal; oyunun kendisine hem değer veren hem de vermeyen, alanın hususiyetlerini ve kurallarını hem içselleştirmiş hem de içselleştirmemiş olandır çakal; makale yazması yaptığı işin gereği olan ancak bunu asistanına yaptırtan hocadır; komisyonların ve jürilerin her şeyden önce “usul gereği” toplandığı bir akademik (!) dünyada “gerçekten yapmak” yerine “yapıyormuş” gibi yapan bir failidir çakal.
Bu noktada, meslek tanımını da çevreleyen alanla ilişkinin 'gevşek' olması, yani her zaman için müzakereye açık bir ihtimal olarak alanı terkin mümkün oluşu (daha iyisi bulunursa mevcut meslek terk edilebilir, bu bir elektrik ustası kadar bir akademisyen için de geçerli olabilir), Weberci anlamda bir mesleki etik vurgusunu veyahut da eski dilde “nasb edilme” kelimesinde karşılığını bulan, bir mesleğe bütünüyle yönelme, kendini adama, bu mesleği icra edilmeye değer bulma ihtimalini oldukça zayıflatır. Bu durumda, “miş-mış gibi yapma” sıklığı artmakla kalmaz, temel mesleki ethos’un cılızlaşması alan dışı esaslara riayet eden saiklerin ve davranış örüntülerinin güçlenmesine yol açar.
Çakal, biraz da bu iki düzlem arasında gidip gelen ve türlü türlü “cambazlıklara” meyledendir; akademik nitelik deyip ikinci öğretime izin veren bölüm başkanıdır; deontolojik kaygılar deyip hastasından olmadık tahliller isteyen doktordur. Dolayısıyla, çakalı ilk bakışta ve yüz yüze etkileşimin anlığında kavramak her zaman kolay değildir. Onu anlamak, sürekli olarak metin altı okumalar yapmayı gerektirir; “Böyle dedi ama aslında şunu demek istedi veya şöyle yapacak”… Çakal, sürekli ve yorucu bir hermeneutik çabadır! Muhatabın samimiyetinin sürekli sorgulanmasıdır. Çakal, yorucudur; çakala karşı strateji geliştirmek çok güçtür; sürekli bir ihtiyat ve yorucu bir mesai gerektirir. Çakal, “komplo teorilerine” meyilli kılar karşısındakini.
Sembolik etkileşimciler, yüz yüze etkileşim esnasında durum tanımı yapan iki “ben”den bahsederler. Burada mesele daha da karmaşıktır; karşıdaki “ben”i önce çözebilmek, yorumun yorumunu yapabilmek, “derdini” kestirebilmek gerekir. Etkileşimin kendisi ve durum tanımı, burada, ön bir “mesaiyi” varsayar; ön bir “kestireme”, ön bir yorumlama… Burada “kaza” riski (yanlış anlama, yanlış strateji, yanlış yorum, yanlış “hesap” ve evet, belki de “kazıklanma”) daha yüksektir. Goffman’ın “rol kesen” takımları ve aktörlerinde, en azından az çok bilinen ve sahnelenmeye çalışılan bir “rol” vardır; bu role göre aktörün performansı kıymetlendirilir. Burada ise “rol”ün kendisi sorunludur; rolün mahiyeti ve aktörden beklenen muğlâktır (örneğin, Türkiye özelinde, İstanbullu bir taksi şoförüne, bir badanacıya, bir akademisyene ilişkin rol beklentileri neler olabilir? Cevap verebilmek o kadar da kolay değil); dolayısıyla neye göre “rol mesafesinin” değerlendirileceği de güçtür.
Bu noktada, bize yakın bir diğer örnekte zihin açıcı birtakım ipuçları yakalayabiliriz: Usta. Mesleki yeterlilik ve vasıfların hiçbir zaman yeterince tanımlanmadığı genel bir bağlamda usta, Lévi-Strauss’un tabiriyle, her şeyden önce bir brikolördür. Bir anlamda herkes her an usta olabilir; usta, bir zanaatkarı veya diplomalı bir meslek erbabını nesnel surette tanımlayabilecek formel (diploma) veya enformel (sözlü ikrar) bir sembolik onamaya her zaman sahip değildir. Dolayısıyla ustanın ustalığı baştan bir kuşku içerir; tanımlanmış ortak bir kabule dayanmaz veya bu muğlaklığı onun temel karakteristiğidir. Bu, ustanın bir eve herhangi bir sorun için çağrıldığında, William Thomas’ın ifadesiyle, hipotezlerin sayısının maksimal seviyeye çekilmesi anlamına gelir.
Yani usta, zihni bulanıklaştırabilir, olan bitene ilişkin çarpıtılmış bir görüş sunabilir, karşısındakinin izlenimini bilinçli biçimde istediği yöne çekmeye çalışabilir, kısacası alenen yalan söyleyebilir. Burada daha da ilginç olanı, güvenin daha en baştan itibaren minimal bir seviyede olduğu ve az çok derin bir sorgulamaya eşlik ettiği bir etkileşimde, ev sahibinin, yani diğer katılımcının da bunu bir veri alarak ilişkiye dâhil olmasıdır; aynı şekilde ustanın da daha en baştan, ev sahibinin, kendisine ilişkin bu türden bir izlenime sahip olduğunu bilmesi gibi. Dolayısıyla burada, yalan artık bir ilişki kipidir; az çok verili kabul edilen ve paylaşılan bir sembolik gramerdir. Bundan ötürü, ev sahibi-usta ilişkileri, par excellence bir müzakeredir. Vasıflı bir meslek erbabının tartışılmaz yetkinliğine evini veya bir eşyasını gönül rahatlığıyla bırakan bir müşteri figürünün tam zıttında, burada söz konusu olan çatışmalı bir işbirliğidir.
Müşteri ve usta, onarılacak şeyi aslında birlikte onarırlar, sürekli müzakere ederler. Ustanın her teklifine müşterinin bir karşı teklifi vardır. Usta, “tesisatın komple değişmesi” gerektiğini söylerken, müşteri sadece bir contanın değiştirilmesiyle işin hallolacağını iddia eder. Usta yapar, müşteri göz atar; usta çalışır, müşteri hep başında durur; usta önerir, müşteri hep sorar. Birbirlerine karşı gardını almış iki boksör gibidir müşteri ve usta; hizmet alan-veren ilişkisi, hizmetin bizzat kendisini ve icra ediliş şeklini tanımlamanın esas mesele olduğu bir ilişkiye bırakır yerini.
'ÇAKAL SADECE BİR SINIF DEĞİLDİR'
O halde çakal, sadece bir sınıf veya grupla sınıflandırılamayacak bir figürdür. Çakalı mümkün kılan, dâhil olduğu alanların ve konumlandığı tüm bir ontolojik zemininin kırıklığıdır, griliğidir, çok parçalılığıdır. Alanların sınırlarının ve oyun kurallarının çok net olmadığı, aidiyetlerin müthiş bir gevşeklik içerdiği, illusio’ların (yani oyuna bağlılık derecelerinin) cılız kaldığı, mesleklerin belli belirsiz tanımlandığı bir uzamda, kısacası kaygan, riskli ve tekin olmayan bir gündelik hayatta; köksüz ve kırık bir habitusun ürettiği varoluş stratejileridir çakallık; böylece gündelik yaşamın trajedisinin bir diğer ismidir de. Bu trajedi, koşulların tekinsizliğinin en yüksek düzeyde tahribata yol açtığı alt sınıflarda daha da belirginmiş gibi gözükse de aslında içimizden her biridir çakal; bu ülkenin belki de en has figürüdür çakal.
Son Not: Benzer bir kavramsallaştırma bir diğer bilinen figür “tanıdık” için de yapılabilir. “Çakal” gibi “tanıdık” da gündelik hayatımızın vazgeçilmez figürlerindendir (bu kelimeleri günde kaç defa kullandığımızı düşünelim). “Tanıdık” da bir ilişki biçimidir; kendisine yönlendirilmiş bir talebi alma ve bu talebe cevap verebilme kapasitesine göre tanımlanabilir. Tanıdık, talebi aldığı andan itibaren aktif duruma geçen ve angaje olması beklenilendir. Çakal gibi tanıdığı da var eden, ontolojik zeminin tekinsizliğidir. Tanıdık, normalde işlemesi gereken ama işlemeyen (veya işliyormuş gibi görünen) mekanizmalarda “kilidi” çözen maymuncuktur, vazgeçilmezdir. İktidar meselesi tanıdığa içkindir; talep alma ve bu talebe cevap verebilme, çeşitli seviyelerde seyredebilecek ve çeşitli biçimler alabilecek bir iktidar ve karşılıklı bağımlılık ilişkisini tanımlar. Örneğin, bir talep karşılandığı takdirde, talep eden, talebi yerine getirene “gebe kalır”.
*Bu metnin çok daha uzun ve akademik tınısı daha yüksek versiyonu ilk olarak şurada yayınlanmıştır: “Sürekli Bir Tematikleştirme Çabası Olarak Sosyoloji: Birkaç Epistemolojik İzahat ve Kavramsal
Yaratıcılığa Çağrı”, Sosyoloji Divanı, No:3, 2014, ss.13-37.
**Metnin tamamına şuradan erişilebilir.