Anayasa’nın tartışılan ilk dört maddesi ve Türkiye'nin tarihsel gerçekliği
Kürt ulusunun ulusal ve demokratik hakları tanınmadığı, anayasal güvence altına alınmadığı sürece, Türkiye’de ne anayasa tartışmaları biter ne de demokratik bir sistem kurulabilir.
Hüsnü Gürbey*
Anayasa değişikliği tartışmaları cumhuriyetle yaşıttır, ama çözülemiyor; çünkü tartışma yanlış zeminde yapılıyor, zemin yanlış olunca çözüm de yanlış oluyor. Bunu tartışan taraflar da biliyorlar, ama yine de çözemiyorlar, çünkü bazı tabuları yıkma cesaretini kendilerinde göremiyorlar veya biliyorlar da samimi davranmıyorlar, samimiyet işlerine gelmiyor.
Aslında tartışılan, Anayasa’nın ilk dört maddesi değildir, o maddelere ruhunu veren, Anayasa’nın başlangıç ilkeleridir. Bu ilkeler ise, 1980 askeri cunta tarafından hazırlanan tekçi, ırkçı/faşist, ötekileştirici bir zihniyetin ürünüdürler.
1982 Anayasası'nın Başlangıç bölümünde şu ibareler yer almaktadır:
“Ebedi Türk vatan ve milletinin bütünlüğüne ve kutsal Türk Devletinin varlığına karşı, Cumhuriyet devrinde benzeri görülmemiş bölücü ve yıkıcı kanlı bir iç savaşın gerçekleşme noktasına yaklaştığı sırada,
Türk milletinin ayrılmaz parçası olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin, milletin çağrısıyla gerçekleştirdiği 12 Eylül 1980 harekâtı sonucunda, Türk milletinin meşru temsilcileri olan Danışma Meclisince hazırlanıp, Milli Güvenlik Konseyince son şekli verilerek Türk Milleti tarafından kabul ve tasvip ve doğrudan doğruya O’nun eliyle vazolunan bu Anayasa:
--Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda;
Dünya milletler ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak; Türkiye Cumhuriyeti'nin ilelebet varlığı, refahı, maddi ve manevi mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzenine ulaşma azmi yönünde;
--Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğinin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmağa yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;
--Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;
--Hiçbir düşünce ve mülahazanın Türk milli menfaatlarının, Türk varlığının Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğin karşısında korunma göremeyeceği ve laiklik ilkesinin gereği kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı;
--Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu;
--Topluca Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirlerinin hak ve hürriyetine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu;
--FİKİR, İNANÇ VE KARARIYLA anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere, TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.”
Görüldüğü gibi Anayasa’nın başlangıç kısmında, “Ebedi Türk vatanı ve milletinin bütünlüğü”, “kutsal Türk Devleti’nin varlığı”, “egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’ne ait olduğu”, “Türk Milleti’nin menfaatları”, “Türk varlığının devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esası”, “demokrasiye âşık Türk evlatları”… gibi deyimler yer almaktadır. 1961 Anayasası'nda olduğu gibi 1982 Anayasası'nda da, Anayasa’nın Türk milliyetçiliğinden hız ve ilham aldığı vurgulanmaktadır. Anayasa’nın sadece başlangıç bölümünde 14 yerde Türk sözcüğü geçmektedir. Benzer ifade biçimleri, Anayasa’nın öteki maddelerinde geçmekte olup toplam 56 defa geçmektedir.
Aynı şekilde “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” vurgusuna sık sık başvurulmuştur. Bu ifade biçimi Anayasa’nın Başlangıç bölümünde iki kere, “Devletin Bütünlüğü, Resmi Dili, Bayrağı, Milli Marşı ve Başkenti” başlıklı 3. maddesinde bir kere geçiyor. Aynı söylem, aynı madde de 1961 Anayasası’nda geçiyor ama sadece bir kereye mahsus olarak. Oysa “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ibaresi, 1982 Anayasası’nın 22 ayrı yerinde geçmektedir” (Beşikçi, 1990; 116-119). Bununla neyin amaçlandığını herkesçe malumdur, ama hiç kimse buna değinmiyor, değinmekten kaçınıyor.
Anayasaya ruhunu veren başlangıç kısmı, yukarıda anlatıldığı gibi tekçi bir zihniyetle ve 1980 askeri cuntası tarafından yazılmıştır. Amaç, Türkiye halklarını oluşturan tüm etnik unsurların varlığını yadsıyıp, herkesi etnik Türk unsuru içinde eritmektir. Mümkün mü? Sorunun varlığı, mümkün olmadığına işaret eder. Çünkü sorun güncel değil tarihseldir.
Türkiye, Japonya gibi bir ada devleti değildir ki, tek bir etnisetiye (ırka) dayansın, bir imparatorluk bakiyesidir ve 20. yüzyılın ilk on yılına kadar çoğulcu bir yapıya sahiptir. İttihatçıların Anadolu’da tek etnisiteye dayalı bir ulus yaratmak girişimleri ve fetihçi hayalleri, yıkımlara, acılara neden olurken, imparatorluğun sonunu da getirdi. Yenilgiden bakiye kalan Türk ve Kürt halklarının önderleri, işgal altındaki vatanı kurtarmak, “gavura” karşı ortak mücadele etmek kararı alırken oldukça gerçekçi davranmışlardı.
Bağımsızlık mücadelesi veren sömürge halkların milliyetçiliğinde, daima demokratik ve meşru bir içerik mevcuttur. Özellikle haklı ve ilericidir. Türk Kurtuluş Savaşı’nda da kaderlerini birbirlerine bağlayan Türk ve Kürt milliyetçilerinin verdikleri mücadele haklı, meşru ve ilericiydi. Verilen bu meşru mücadele somut ifadesini, B.M.M. tarafından 20 Ocak 1921 günü 85 numaralı “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” kabul edilmesiyle tescillenir.
Geçici nitelikte olan bu anayasa, devletin nitelikleriyle idarenin yeniden düzenlenmesini esas alan iki bölümden oluşan kısa, basit bir anayasadır. Böyle olmasına karşın, Anadolu’daki tüm İslamî unsurları kucaklayan bir meclisin hazırladığı ilk demokratik anayasa olacaktır. Her halkın (Hristiyan unsurlar hariç, onlar dışlanmışlardı) kendisini temsil etme özelliği bu anayasada ifadesini bulmuştur. Kuvvetler ayrımı değil kuvvetler birliği prensibini esas alan bu anayasa yine de ulusal iradeyi esas alarak hazırlanan Türkiye’nin ilk ve tek anayasasıdır. Anayasa Profesörü Ergun Özbudun; “Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nde ulusal iradeyi yeterince temsil eden bir meclis tarafından yapılmış tek anayasa 1921 Anayasası’dır” diyerek yukarıda ki kanıyı güçlendirmektedir. (Öztürk, 2015;53)
1921 Anayasası gerekçelendirilirken, Erzurum-Sivas kongrelerinde kabul edilen, 20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında imzalanan Amasya Protokolü ile teyit edilen daha sonra da Osmanlı Meclis-i Mebusan tarafından “Misak-ı Milli” olarak kabul ve ilan edilen I. Madde'ye dayandırılır.
Bu Madde'ye göre; Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında akdedilmiş Mütareke’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihindeki sınırlarımız dâhilinde kalan ve her noktası ezici İslam çoğunluğu ile meskûn olan Osmanlı memleketleri kısımları birbirinden ve Osmanlı topluluğundan bölünmez ve hiçbir sebeple ayrılık kabul etmez bir bütün teşkil eder. Bu memleketlerde yaşayan bütün Müslüman unsurlar, yekdiğerine karşı hürmet ve fedakârlık hissiyatıyla dolu ve ırk ve sosyal hukuk ile muhitlerinin şartlarına tamamen riayet eder öz kardeştirler.”(Hakan, 2013; 261)
Bu madde Amasya Protokolünde daha açık hale getirilmiştir. Buna göre; “Osmanlı Devleti’nin tasavvur ve kabul edilen sınırı, Türk ve Kürtlerle meskûn araziyi ihtiva eylediği ve Kürtlerin Osmanlı camiasından ayrılması imkânsızlığı izah edildikten sonra, bu sınırın en asgari bir talep olmak üzere elde edilmesinin temini lüzumu müştereken kabul eder”. Buna göre, kabul edilen yeni Osmanlı sınırlarının Türk ve Kürtlerle meskûn araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı camiasından ayrılmasının mümkün olmadığı belirtildikten sonra bu sınırlar içerisinde kurulacak yeni devletin iki Müslüman unsurundan her birinin “azınlık” değil, kurucu ana unsurlar oldukları kabul edilerek kayıt altına alınmıştır.
Yeni anayasa çalışmalarında vatandaşlık kavramının tanımı yapılırken de daha önceden kabul edilen ve kayıt altına alınan yukarıda yazılı kayıtlar esas alınmıştır. Buna göre, millet tanımı yapılırken “Osmanlı Millet Camiası” esas alınarak kabul edilmiştir. Osmanlı İslam unsuru olmak bir üst kimlik olarak tanımlanmıştır. Üst kimlik tanımlanmasında Türklük ya da başka bir etnik aidiyete vurguda bulunulmamış, “Müslümanlık” temelinde bir birliktelik tasavvuru ortaya konmuştur. Asıl önemli nokta ise tüm Müslüman unsurların birbirlerinin ırksal ve toplumsal koşullarına riayet edeceklerine ilişkin taahhüttür. Burada ekseriyetle Kürt ve Türk olarak tanımlayabileceğimiz alt etnik gruplar arasında herhangi bir hiyerarşi gözetilmemiş, bütün unsurlar eşit tutulmuştur. Dolayısıyla birinin diğerine hoşgörüsü değil, saygısı esas alınmıştır. Aynı zamanda hiçbir Müslüman unsura ekalliyet (azınlık) gözüyle yaklaşılmamıştır.
Bu esaslara dayanılarak hazırlanan 1921 Anayasası, Türk ve Kürt halklarının ortaklığına dayalı, etnik unsurlardan arındırılmış bir “Türkiyelilik” üst kimliğini kabul etmiştir. Bu anayasanın en önemli özelliği ırkçı ve dışlayıcı olmamasıdır. Anayasa’nın birinci maddesinde, egemenliğin kayıtsız şartsız ulusta olduğu belirtilmiştir: “Hâkimiyet bilâkayıt ve şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müsteniddır” denilmektedir. Anayasa’nın 3. ve 10. maddelerinde “Türk Devleti” olarak değil, “Türkiye Devleti” olarak geçer ve bu Türkiye Anayasa tarihinde önemli bir kazanımdır.
Madde 3; Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisince yönetilir ve hükümeti “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti” adını alır.
Madde 10; Türkiye, coğrafi durum ve ekonomik ilişki bakımından illere, iller ilçelere bölünmüş olup ilçelerde bucaklardan meydana gelir.
Meclis, nahiye ve vilayet meclislerinin seçtiği vekillerden (delegelerden) oluşur. Görev süreleri iki yıldır. Kürdistan ve Lazistan delegeleri bu mecliste yerlerini almışlardır. Devletin adı “Türk Devleti” değil, “Türkiye Devleti” idi. Ülkede ulus ve ulusal azınlıkları (Müslüman olmak koşuluyla) kapsayan bir Türkiyelilik kavramı üzerinde oturtuluyordu.
1921 Anayasası’nın sağladığı bu güvencedir ki, Anadolu’da başarı kazanılmış ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Bundan güç alan Kemalist hareket, 1921 Anayasası’nı lağvedip yerine ırkçı bir anlayışla ele alınan 1924 Anayasası’nın konulmasına girişir. Bunu yaparken de önce Büyük Millet Meclisi’nin (BMM) ismi değiştirilerek TBMM’ye dönüştürüldü. Bundan böyle yeni devletinin adı da Türkiye Cumhuriyeti olacaktı. Böylece Türklük esaslarına dayalı Türk-Ulus devletinin kuruluş süreci başlamış oluyordu.
Mustafa Kemal’in Kürtlere yeni hükümette mümtaz bir rol oynayacağına dair o kadar çok sözü var ki. Ama 1924 Anayasası’nda bundan vazgeçti. Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması’yla devlet kuruldu, 3 ay sonra Ekim 1923’te ise rejim kuruldu. Bu ikisi kurulana kadar hep “Türkiye” ifadesi kullanıldı. “Türkiye halkı”, “Türkiye ordusu”, “Türkiye milleti”, “Türkiye kadını” gibi. Ondan sonra Türk halkı, Türk ordusu, Türk kadını oldu.(Oran, 2015; Rûdav demecinden)
1921 Anayasası’nda “Türk” kelimesi hiç kullanılmazken, 1924 Anayasası’nda 12, 1961 Anayasası’nda 22 ve halkoyuna sunulan 1982 Anayasası’nda ise tam 56 defa geçiyor. Baskın Oran’a göre bunun “çan eğrisi” şeklinde olması gerekirdi. Yani 1921’de sıfırken giderek yükselip 1982 Anayasası’nda doruğa çıktı. Buradan da tekrar sıfıra inmesi gerekiyor.
1921 Anayasası’nda Kürtler “azınlık” değil, kurucu ana unsur olarak kabul edilirken, 1924 Anayasası’nda ve takip eden Anayasalarda Kürtlerin adı dâhi geçmiyor, onlar adeta bir geceden buharlaşıp yok oldular. İşte tartışılması istenmeyen, tartışılması dahi teklif edilmeyen maddeler, ülkenin kuruluşunda sağlanan bu birlikteliğin unutulmasıdır, Kürt varlığının inkârının bir sonucudur.
Sorunun çözümü yasaklarla değil, soruna neden olan Kürt ulusunun varlığının tanınması ile olur. Kürt ulusunun ulusal ve demokratik hakları tanınmadığı, anayasal güvence altına alınmadığı sürece, Türkiye’de ne anayasa tartışmaları biter ne de demokratik bir sistem kurulabilir. Politikacılarımız sadece havanda su döver dururlar…
Kaynakça
- Beşikçi, İsmail; Devletlerarası Sömürge Kürdistan, Alan Yayıncılık, İstanbul 1990.
- Hakan, Sinan; Türkiye Kurulurken Kürtler (1916-1920, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013
- Oran, Baskın;2015 yılında Rûdav TV’ye verdiği demeçten.
- Öztürk, Nevzat; Lozan Antlaşması, 1924 Anayasası ve sonuçları: Demokratik Modernite, Mart-Nisan-Mayıs 2015, Sayı:12
*Araştırmacı, Yazar