‘Anıdan arzuya, üzüntüden sevince’ doğru dönüşümler
Georges Didi-Huberman'ın 'Ne Duygu Ama, Ama Duygu Ne?' kitabı Baran Bilir çevirmenliğinde Lemis Yayınları tarafından yayımlandı.
Georges Didi-Huberman, geçmişte olup bitenleri hatırlamaya çağıran, maziyi gören ve gösteren, geçmişin ayrıntılarını anlamlandırmaya uğraşan, kilitli kapıları açıp eşikleri atlamaya çabalayan, simge ve imgelere önem veren bir yazar.
Huberman, perdelenen hakikatin peşine düşerken unutmanın nedenlerini ve amnezinin kimlerin işine yaradığını sorgulayıp mekânlara, anılara, imgelere, fikirlere ve insanlara yoğunlaşırken geçmiş-bugün-gelecek çizgisinde ilerleyerek bireyin ruh hâliyle de ilgileniyor.
Huberman, 'Ne Duygu Ama, Ama Duygu Ne?' başlıklı metninde, felsefi ve psikolojik bir tartışma ve soruşturmaya girişerek insanın var oluşuna ve yaşama uğraşına duygular bağlamında odaklanıyor.
‘VİCDANIMIZIN BENCİL SIZLANMALARI’
Huberman’ın yoğunlaştığı temel şey, “onda belki gizli bir haz vardır” dediği ağlamak. İnsanın hüzünlendiğinde, mutlu olduğunda, hatırladığında ve başka pek çok durumda ağladığını anımsatan yazar, konuya felsefi açıdan yaklaşıyor genellikle. Ağlayan çocukların ve olgun kişilerin, içinde gözyaşı bulunan fotoğraflarına baktığında hayat tecrübesinin harekete geçtiğini, çağrışımların çoğaldığını ve işin içine felsefenin girdiğini fark ediyor. Bu kapılardan geçerek duyguların anlamı ve dışavurumuna dair düşünüyor.
İnsanın insanlaşma süreçlerinin dönüm noktasının duyguları ifade etme olduğunu hatırlatan Huberman, farklı gerekçe ve nedenlerle ağlamanın önemli bir kırılma noktasına denk geldiğini söylüyor. Ağlayan çocuk fotoğrafına baktığında çeşitli duygu durumlarını anımsıyor: “Bu çocuğa tekrar bakalım. Gözümüzün önünde ağlayan, gözyaşı döken, bize kendini sunan çocuğa. Kendini ortaya koyuyor. Duygusunu ortaya koyuyor, duygusunun görünmesine izin veriyor. Kendini bütün zayıflığıyla ortaya koyuyor, hatta belki gülünç kılıyor, alay konusu kılıyor, bilmiyorum, gerçi kimin gülünç olup kimin olmadığına kim karar veriyor? Elbette bazen sadece kendimiz için veya ‘kendimize’ ağlarız: Azap çeken vicdanımızın bencil sızlanmaları. Elbette timsah gözyaşları, mazeret gözyaşları, stratejik gözyaşları, retorik ve sahte gözyaşları (örneğin televizyonda bolca gördüğümüz) döktüğümüz de olur.”
Duyguları görünür hâle getirmenin anlamını sorgulayan Huberman, ağlamanın bu manada önemli bir gösterge olduğunu belirtiyor. Duygularını dışavuran kişi haricinde, bunları görüp değerlendirenler de önemli ona göre. Yazar, kimi zaman alay edilen ve küçümsenen kimi zaman fazla ciddiye alınan kişilerin hâlipürmelalini anlamaya uğraşıyor: “Duyguya maruz kalan biri, rezil olmayı göze alarak aynı zamanda bir dürüstlük eylemi ortaya koyar: İçinde olup bitenler hakkında yalan söylemeyi, numara yapmayı reddeder. Hatta bazı durumlarda duyguları göstermekten çekinmemek bir cesaret eylemi sayılabilir.”
‘DUYGULAR, TATLAR VE RENKLER GİBİDİR’
Huberman, akılla ve eylemle daima çatıştığını, insanı bazen çaresizliğe ve çıkmaza sürüklediğini, ona kelimeleri bulduramadığını hatırlattığı duyguları “aklın kusuru”, “derin düşünmenin imkânsızlığı”, “ruh hastalığı” ve “taşkınlık” diye niteleyen filozofları eleştiriyor. Ardından, salınımların ve sürüklenişlerin varlığından söz ediyor: “Çoğu zaman bir duygu, biz nedenini ya da tam olarak neye dayandığını bilmeden, onu tahayyül edemeden bizi yakalar, sarar. İçimde harekete geçer ama aynı zamanda beni aşar, hem içimdedir hem de dışımda. Bu, bazen insan kendini çok kötü hissettiğinde olur. Cinnet getirirken veya histeri krizine girildiğinde olur.”
Duyguların dışavurumunu yansıtan imgelere, özellikle resimlere ve fotoğraflara bakıyor Huberman. Onları, jestlerin ve ifadelerin kristalleştiği birer simge olarak niteliyor. Aynı zamanda düşünce ve eylemleri de yansıtıyor bunlar.
Huberman, gözyaşından hareketle çözümlediği duyguların dönüştürme gücüne atıf yapıyor; “anıdan arzuya, geçmişten geleceğe, üzüntüden sevince” doğru bir dönüşümün yanı sıra duyguların ve onları anlamlandırma sürecinin karmaşıklığından bahsediyor. Duygunun dışavurumunun zayıflık ve eksiklik olarak algılanmaması gerektiği notunu düşüyor. Duyguları “iyi” ve “kötü” diye kategorize etmek yerine, bir sanat tarihçisi gözüyle baktığında onların kötü kullanımı olduğunu söylemekle yetiniyor Huberman. Görünüşüne ve gösterilişine yoğunlaştığı duyguların felsefi tarafına da bakıp bir yorumla taçlandırıyor bunu: “Duygular, tatlar ve renkler gibidir; aşırı uçlar vardır, nüanslar vardır, yavan, karışık, hareli, alacalı, noktalı duygular vardır. Fenomenolojik tanımlamalarının ucu bucağı yoktur.”