Anlaşılmazlığın artması anlamanın başlangıcına kadardır
Bu anlaşılmazlık içinde belki sessizlik zamanı; fısıltı ve iç çığlıkların lirik seslere -müziğe- döndüğü zamanlar. Üstelik bu seslerde gözle görülmeyen mutluluk ve özgürlük duyguları var.
Mehmet Öztürk
Anlaşılmazlığın ve tuhaflığın gitgide arttığı güncel dünyamızda bunlar kargaşanın bir işaretidir. Teknolojisi, ekonomisi, siyaseti ile oldukça hızlanan şimdiki zamanlarda insanlar, toplumlar, kurumlar (siyasi partiler, sendikalar, üniversiteler, hükümetler…) neden bu denli kaygılı? Kentli de köylü de, yoksul da zengin de, cahil olan da bilgin olan da endişeli. Siyasetin yurttaşların hayatına bu kadar girmesinden mi, şeyleşmenin, metalaşmanın herkesi -evet herkesi, yani şairi, alimi, gazeteciyi, dindarı ve dinsizi, sağcıyı ve solcuyu, kadını ve erkeği...- kuşatmış olmasından mı?
Büyük bir tarihçi olan Fernand Braudel, bazı dönemlerde kimi toplumun uzun bir süre yaşadığı sorunlara karşı bir çare bulamadığını belirtmişti. Bir toplum, bir bölge, bir devlet veya bir sınıf yıllarca, hatta kuşaklar ve yüzyıllar boyunca yaşadığı zorluklara karşı çözüm üretme yeteneğine kavuşamayabilir. Bununla ilgili çok örnek var. Bizim coğrafyamız, Orta Doğu, bunlardan biri. Çok şey denendi ve deneniyor; oysa ne devletçi modeller ne Amerikan yanlısı liberal kapitalizm ne İslamcı siyaset ne Avrupa Birlikçilik ne laik militarist cumhuriyetçilik, ne milliyetçi sosyalizm bu coğrafyayı huzura kavuşturabildi. Geri kalmış toplumlara ilişkin çözümün ne olabileceği konusunda Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger, dürüstçe bir cevap vermişti: “Bilmiyorum”.
Bu anlaşılmazlık içinde belki sessizlik zamanı; fısıltı ve iç çığlıkların lirik seslere -müziğe- döndüğü zamanlar. Üstelik bu seslerde gözle görülmeyen mutluluk ve özgürlük duyguları var. Beethoven ve Erkan Oğur'un, Fazıl Say ve Zülfü Livaneli'nin... müziklerinin bu kadar sevilmelerinin nedeni ne olabilir? Siyasetin gürültüsü ve yalanlarına karşı müzik ve güzel sesler, elbette ki bir “protez” değildir; onlar insanın ruhsal ahengi için varoluşsaldır.
Hayatın “politik insan”a ve politikaya bu denli ihtiyacı olduğunu sanmıyorum; hayat güzelleştikçe politika ve politikacılar kenara itilecektir. Ama her durumda kültürün -bilimin, basın ve baroların da- politikaya karışma hakkı vardır, ama politikanın bunların özgürlüğüne, varoluşuna karışma hakkı yoktur. 12 Eylül 1980 faşizmi ve yırtıcı yeni bir kapitalizmden itibaren kültür endüstrisiyle şişirilen Nietzsche'vari bir biçimde “üstün” ve “öncü” olup kitleleri, kurumları, küçük büyük yerleri zorbaca yönetmek isteyen irili ufaklı “zübükler”, “murtazalar” türedi. Başarılı olan da olmayan da siyaseti bırakmak istemiyor. Birbirinden başarısız ve hırslı siyasiler -siyasi kargaşalar, ekonomik krizler, askeri darbeler... gölgesinde -ille de “lider” olmak ve sonuna kadar da lider kalmak istiyor. İnsanın “kabahatli” bir varlığa dönüştüğü tüketici ve acımasız kapitalizm ile iktidar seçkinleri arasındaki bu konsensüs neden acaba? Tuhaf ve endişe verici nokta burasıdır.
Bu coğrafya kuşaklardır hem içeriden hem dışarıdan yağmalanırken siyaset her şeyin üstünde olmak; ekonomiye, kültüre, günlük hayata hükmetmek istiyor. Yurttaşların en az güvendiği kurumların başında olduğu halde siyaset neden bu kadar etkin olmak istiyor? Bunu siyasal islam gibi cumhuriyetçi laik büyük muhalif kesim de, küçücük kesim de – yüzde 0, 01 toplayan sağcı, solcu, komünist siyasiler de- talip. Bu konuda çok iştahlı var, yığınla orta sınıf asalağı fırlamak için çırpınıyor; üstelik bu ideoloji veya zihniyet kolektif bir biçimde benimsenmiş durumda. Bu durumda vişne ve portakal bahçeli manzaralarımız elbette azalacak; elma ve şeftali yediğimizde pestisitli olduğunu anlayacak; ama yine de yiyeceğiz; çünkü pek bir seçeneğimiz yok. Ticari ve siyasi hırs birleşince, Ege belediyesi, İç Anadolu belediyesi, Karadeniz veya Akdeniz siyasetçisi, Rus veya Amerikalı, Çin veya Fransız iktidar seçkinleri ille de hükmetmek istiyor.
Dünyayı siyasi ve felsefi sistemlerle yeniden düzenlemek isteyen ne Antik Yunan'da ne Doğu medeniyetlerinde ne Aydınlanmacılarda ne Marxçı sosyalizmde ne refah toplumlarında -çağdaş Danimarka'da, Hollanda'da...- böyle bir siyaset biçimi var. Burjuvazinin gizli veya açık çekiciliği, yükselen kapitalizmdeki şeyleşme ile her alandaki iktidar seçkinleri -liberaller, faşolar, cumhuriyetçiler, sosyal demokratlar, sağcılar, dinciler, komünistler...- arasında konformist bir mutabakat var sanki. Ne zamanki biri ötekini tehdit edecek olsa mutabakat bozuluyor. İktidar seçkinlerinin seçim zamanlarında en çok yaptığı şey, “Vatandaş! Seçimlere katıl” propagandası yapmak. Buna rağmen seçimlere katılmayan milyonlarca insan var. Birlikte hatırlarsak, “tıpış tıpış” seçimlere gidip “Tıpış”a oy vereceksin emrine milyonlarca kişi uymamıştı. Seçimlere “tıpış tıpış” gidenler de neyi oyladı? Her şey iktidar seçkinlerinin hükümdarlığı için mi?
Anlaşılmazlık arttıkça ve anlama yeteneği başladıkça katı olan şeyler buharlaşmaya başlayacak. Toplumun bu kadar politize olması ve kolektif ideolojilerin içinde olması elbette ki kaygı verici. İnsanın güzel ve doğru bir hayatı için günlük yaşamında bunlara ihtiyacı yok. Hayat; güzelliği, neşesi ve dertleriyle… akıp gidiyor. Vişne bahçelerinden, bergamot çiçeğinden daha ziyade meta ve siyasetin sürekli gündemde olması, hayat üzerindeki kirli ellerin bir tescili mi? Böyle bir ortamda, Avrupa'da, Türkiye'de, dünyanın herhangi bir yerinde zübükler, yani kağnı gölgesindeki itler mi -Aziz Nesin tam öyle yazmıştı; Zübük. Kağnı Gölgesindeki İt- hayatı güzelleştirecek?
Hegel ile Marx diyalektiğiyle “zevkle” meditasyon yapmayı seven Alman ozan Bertolt Brecht'e ait olan bu yazının başlığı, katılaşan ve panikleşen anlarda zihinsel egzersizlerin ve duruluğun yaşamsal olduğunu hatırlatmak içindir.