Anlatı peşinde Yeraltı'na inerken: Ölülerle Uzlaşmak
Margaret Atwood’un Doğan Kitap tarafından yayımlanan 'Ölülerle Uzlaşmak' kitabı, Cambridge Üniversitesi'nde Empson Konferansları dahilinde verdiği altı konferanstan oluşmakta.
Margaret Atwood’un yazmak ve yazarlık üzerine düşüncelerini anlattığı 'Ölülerle Uzlaşmak' kitabı Dost Körpe’nin çevirisiyle Doğan Kitap tarafından yayımlandı. Altı bölümden oluşan kitap, sayısız yazın insanından verilen örneklerle yazma eyleminin teknik boyutundan ziyade psikolojik boyutuna odaklanmakta.
Margaret Atwood, 1939 yılında Kanada’da doğdu. Babası böcekbilimci olduğu için dağlık bölgelerdeki ormanlık arazilerde yaşadı. Hem bu yüzden hem de her sene taşınmak zorunda kaldıkları için on iki yaşına kadar düzenli bir eğitim alamadı. Lise eğitiminin ardından Victoria Üniversitesi (Toronto) sanat, psikoloji ve Fransızca bölümlerinden mezun oldu. 1962 yılında ise Harvard Üniversitesi'nde yüksek lisansını Woodrow Wilson bursuyla tamamladı. Sonrasında doktora bölümüne devam eden yazar, tezini yarıda bırakarak yazın çalışmalarına ağırlık verdi. Yirmiye yakın şiir kitabı ve ondan fazla romanı olan Atwood 'Kör Suikastçı', 'Tufan Zamanı', 'Antilop ve Flurya', 'Damızlık Kızın Öyküsü', 'Nam-ı Diğer Grace', 'Cadı Tohumu', 'Kalp Gidince', 'DelliÂddem' ve 'Evlenilecek Kadın' gibi romanlarıyla dünya çapında tanındı. Aynı zamanda eleştirmen olan Atwood, Arthur C. Clarke, Man Booker, Franz Kafka gibi birçok ödülün de sahibi. Öte yandan, kitapları genelde fantastik yahut bilimkurgu eserleri arasında görülse de yakın gerçeği anlattığını ve spekülatif kurgu yazdığını vurgulayan Atwood genellikle feminist veya ekolojik distopya yahut da distopyayla ütopyanın birleşimi olan üstopya türünde yazmakta. 'Damızlık Kızın Öyküsü', gerek kitaptan gerek dizisinden bilindiği üzere kadın haklarının yok olduğu gerici bir devrimi konu edinen feminist distopyayken; 'DelliÂddem' üçlemesinin ilk kitabı olan 'Antilop ve Flurya' ise bir üstopya örneği. Çünkü bir bilim insanı insan türünü bir virüs yayarak yok etmeye çalışırken eş zamanlı olarak laboratuvarında kötücül hislerden arınmış bir insan toplumu yaratmakta. Tüm bu kurgular bilimin sınırlarını zorluyormuş gibi gözükse de Atwood onları yazarken mevcut bilimin olanaklarından faydalanarak yakın gerçeği yazdığının, spekülatif kurgunun gerçekleşebilirliğinin altını çizer. Belki de bu yüzden okura tedirginlik veren, gerilim dolu kitaplar kaleme alır genelde. Bununla beraber Atwood’u ilkin feminist ve aktivist olarak görmek gerekir çünkü edebi dilini titizlikle erillikten arındırır ve toplumsal cinsiyet eşitliğini vurgular. Öte yandan ekolojik sorunlara duyarlıdır. Ayrıca, Kanada halk edebiyatından bilhassa hayvan öykülerinden ilham alır, adı her ne kadar Amerikan ve İngiliz edebiyatında yer alsa da Kanada edebiyatına dahil olduğunu her fırsatta söyler. Bu doğrultuda, “Bir Yazarın Yazmak Üzerine Düşünceleri” alt başlığıyla yayımlanan 'Ölülerle Uzlaşmak' kitabı, Cambridge Üniversitesi'nde Empson Konferansları dahilinde verdiği altı konferanstan oluşmakta. Kitabın ilk bölümü olan “Oryantasyon: Kendini Ne Sanıyorsun? ‘Yazar’ nedir ve nasıl yazar oldum?” Atwood’un çocukluğundan gençliğine uzanan bir çizgide nasıl yazar olduğunu anlatmakta. Bu sayede yazarın erken dönem yazma itkilerini, anlatım tarzının oluşumunu öğrenmekteyiz. “Hilekârlık: Jekyll Eli, Hyde Eli ve Hilebaz İkinci Benlik Neden hep iki kişi vardır?” başlıklı ikinci bölümde ise çocukların kendilerini masal kahramanlarının ya da süper-kahramanların yerine koymasından yola çıkar. Burası önemlidir çünkü birçok kahramanın çift kişiliği olduğunun altı çizilir, Superman-Clark Kent gibi. Yine buradan hareketle Atwood çift kişiliğin, kılık değiştirmenin, dönüşümün edebiyatta nasıl yer aldığını romantizm bağlamında irdeleyerek yaşadığımız çağı post-romantik olarak niteler ve bütün yazarların “çift” olduğunu söyler:
“Kimdim peki? Şeytani ya da hilebaz ikinci benliğimdim belki de. Nihayetinde bir yazarım; bu yüzden, benim de içimde bir yerlerde hilebaz –veya en iyi ihtimalle biraz disfonksiyonel–ikinci benliğim gizli olmalı.” (s.65)
“İthaf: Büyük Tanrı Kalem Apollo, Mammon’a Karşı: Yazar hangisinin sunağında tapınmalı?” başlıklı üçüncü bölümde ise sanat-ticaret ilişkisine değinilmekte. Burada biyografi kitaplarında pek rastlanmayan bir noktaya temas ediyor Atwood, yazar-para ilişkisine. Zira kendi deyişiyle para sadece “yazarın ne yediğini değil, ne yazdığını da belirler.” Burada paranın ve şöhretin bir yazar için kötü olduğu önyargısını irdeler:
“Çehov yazarlık kariyerine sırf para için başlamıştı; fakir ailesini geçindirmekten başka amacı yoktu. Bu onu aşağılık biri mi yapar?” (s.96)
Dördüncü bölüm ise “Günaha Çağrı: Prospero, Oz Büyücüsü, Mephisto ve Ortakları Kim sallar büyülü asayı, kim oynatır ipleri ve kim imzalar Şeytan’ın defterini?” başlığını taşımakta. Bu bölümde Atwood, Tanrı-yazar-rahip üçgeninde gezinmekte. “Rahip” sözcüğünü kullanıyor çünkü yazar kendini sanata adamış bir rahip gibi düşünülebilir. Ancak bu sözcüğün asıl önemi rahibin Tanrı ile Dünya arasında bir aracı konumunda olmasıdır. Öte yandan yazarlar da kendilerini tanrı olarak görebilirler. Bu bağlamda erkek yazarların başta kibrini alaya alarak edebiyat sahasındaki cinsiyet eşitsizliğinin de altını çizer Atwood:
“Aslında dilimizde ‘dâhi’ ile ‘kadın’ sözcükleri yan yana pek uygun durmaz, çünkü erkek ‘dâhilerden’ beklenen türden tuhaflıklar, kadınlarda görülse ‘delilik’ olarak yorumlanır. ‘Yetenekli,’ hatta ‘büyük’ gibi tanımlar kullanıldığı bile olmuştur.” (s.130)
Başka bir deyişle bu bölümde yazar, siyasi bir erkin içerisinde değerlendirilir. Beşinci bölüme gelirsek “Komünyon: Hiç Kimseden Hiç Kimseye Sonsuz üçgen: Yazar, okur ve aracı kitap” başlığına sahip. Atwood bu bölümde yazarın kimin için yazdığını odağa alarak yazar-okur ilişkisine dair düşünümlerini sunar. Yazarın sadece kendisi için yazmadığını çünkü “hiç kimse” için yazan birinin eserini okuma şansımız olmayacağını söylerken yazarın zihnindeki okur algısının belirsiz olduğunun da altını çizer:
“Okurun tehlikeli yönleri olabilmesine karşın bir yazar, okuru olacağını varsaymak zorundadır ve daima varsayar da. Varsayar ama okurunu net, belirgin bir şekilde gözünde canlandırdığı nadirdir...” (s.161)
Yani hem yazarın hem kitabın hem de okurun anonim olduğunu varsayar. Kısaca iki taraf da birbiri için hiç kimsedir. Kitaba adını veren altıncı ve son bölüm ise “İniş: Ölülerle Uzlaşmak Yeraltı Dünyası’na kim ve neden iner?” başlığını taşır. Bu bölümde yazma itkisinin psikolojik boyutunu irdeler Atwood. Gılgamış’tan Hamlet’e kadar pek çok eserden örnek verir. İnsanın Yeraltı Dünyası’na indiğini ve buradan bir anlatıyla döndüğünü söyler. Kısaca insanın ölüm karşısındaki konumu onu kalıcı olmaklığa sürüklemiş, o da diğer sanatlara kıyasla daha kalıcı olanına, edebiyata yönelmiştir. Bu bölümün hipotezini şöyle özetler:
“Hipoteziyse anlatı türünden yazıların sadece bazılarının değil hepsinin yazılmasında, hatta belki de tüm yazıların yazılmasında, faniliğe karşı içten içe duyulan korku ve ilginin, Yeraltı Dünyası’na riskli bir yolculuk yaparak oradan bir şey ya da bir kimseyi geri getirme arzusunun etkili olduğu.” (s.185)
Burada edebiyatı diğer sanatlardan kalıcılık ve “ses” bağlamında ayırır. Atwood’a göre performans sanatları tek gösterimliktir; heykel, resim gibi sanatlar ise uzun zaman kaldıkları vakit seslerini yitirir. Ancak edebiyat, düşünme eylemiyle birleşerek sesten sese, algıdan algıya geçerek zamanı takip edebilir. Bu minvalde “ölüler” de yok olmaz, üstelik zaman-dışı olduklarından hem geçmişe hem geleceğe sahip olarak sağlara musallat olurlar. Böylece, edebi ürünlerde yahut rüyalarımızda karşımıza çıkan ölülerin bizden genelde dört şey istediğini saptar Atwood: 1) servet; 2) bilgi; 3) kötü bir canavarla çarpışma fırsatı; 4) sevilenler ve yitirilmişler.
Kısaca, bu bölümde Yeraltı Dünyası her türlü olasılığın gerçekleşmesine imkân veren karanlık bir yer olarak nitelendirilir. Böylece yazar da o dünyaya giren ve oradan bir anlatıyla çıkan kişi olur. Atwood’un kendi deyişiyle özetlemek gerekirse “ilk yazar Gılgamış’tır”:
“Hayatın ve ölümün sırrını ister, cehennemden geçer, geri döner ama ölümsüzlüğü kazanamamıştır. Eline sadece iki öykü geçmiştir... Yolculuğunun öyküsü ve tufan öyküsü. Yani aslında geri dönerken yanında sadece iki öykü getirir, o kadar. Sonra da kendin çok ama çok yorgun hisseder ve her şeyi bir taşa kazır.” (s.203)