YAZARLAR

Annemin karnıyarık tenceresi

Anneyle hesaplaşma yaş kemale erince, bazen onu acılaştıran olayların, aktörlerin sarih biçimde görülmesiyle tatlıya bağlanabilir, bazen de onun yükünün ağırlığını fark edince… Her hesaplaşma tatlıya bağlanmaz tabii. Yahut onu anlarsınız da affedemezsiniz.

Mutfak işlerine kibirli bir mesafeyle baktığım yaşlarda karnıyarık için ayrı bir tencere olmasına şaşardım. Teflon tabanlı, kendisi kırmızı, kapağı şeffaf, kocaman, yayvan ve yuvarlak bir tencere... Annem onu, bana karnıyarık yapmak için babama aldırdığını söylerdi. 28 yıl onlarla yaşadıktan sonra artık kendi evim vardı ve onlara seyrek uğruyordum. Uğradığımda da sevdiğim yemekler yapıyordu annem. Babam paça alıyordu bazen, evde yapamıyorum diye. Buna şaşıp kalıyordum. Çünkü onlarla yaşadığım yıllar boyunca, yememe-içmeme hiç de itina göstermemişlerdi. Öğle yemekleri olmazdı bizde. Herkes bir şeyler atıştırırdı. Annem zaten hemen hemen her gün gittiği kabul günlerinde doyururdu karnını. Babamsa işyerinde. Sabah okula giderken kör karanlıkta kendi başıma kalkıp peynir falan didiklerdim ben. Öğlenleri eve geldiğimde ise dolapta ne bulursam onunla idare ederdim. Demek ki ebeveyn onayı alabilecek bir işim ve yaşayışım olmuştu nihayet. Bu da onayın törensel sunumu muydu? Neyse, geçmiş gün...

Sonra annem ölüverdi. Sadece kolu ağrıyordu halbuki.

"Aman anne, yine mi bir yerin ağrıyor? Romatizmadandır, kireçlenmedir" diyorduk. Ben yüzüne, ablam telefonun ahizesinden. Komşular da kafalarını sallayarak onaylıyorlardı.

Bütün çocukluğum ve gençliğim annemle hastane, sağlık ocağı, özel muayenehane koridorlarında geçmişti. Annemin hep bir ağrısı, sızısı vardı. Onlar yoksa hastalık şüphesi vardı. Yalnız gidemezdi ama oralara. Çoğu kadın gibi eve aitti o. Ev çeperine ya da. En fazla komşulara, onlarla küçük alışverişlere giderdi. Uzak yerlere ailecek giderdik. O yalnız başına uzağa gitmezdi, gidemezdi. Hele bürokrasiyle karşılaşacaksa... Tedirgin olurdu, "Dolmuş parasının üzerini bile yanlış alıyorum, sayıyorum sayıyorum emin olamıyorum" derdi. Gülerdik. Şimdi ben de emin olamıyorum. Her neyse...

İşte bu hastane müdavimliği onu yalancı çoban yapmıştı. İnanmadık ciddi bir şeyi olduğuna. Fizik tedaviye gönderdik. Bir şey çıkmayınca rahatladık. Ama ağrı geçmedi. İleri tetkikti, oydu buydu derken, üç ay içinde ölüp gitti.

Annem benim için tahlil sonuçlarını gördüğümde öldü. Kanepede yatmış, benden sonuçları okumamı ve yorumlamamı bekliyordu. Elimdeki ölüm fermanıydı. Dilim tutuldu, yutkundum. Belli etmemem lazımdı. Annem çok cin sanıyordum. Cini kaçmıştı annemin. Hayırlı haberlere inanmak istiyordu. "Anne" dedim. "Bir şeyin yokmuş, ilaç tedavisiyle küçülecek bir kist kemiğindeki". İnanmış göründü. Rahatladı sanki. Hemen başka bir odaya kaçtım, baygın gibi yattım bir süre.

O an öldü işte annem. Sonrası buna kendini alıştırmak oldu benim için. Annem dünyadan gittikten sonra, onu gömüp eve geldiğimizde göz göze geldik karnıyarık tenceresiyle. O kadar yıpranmıştı ki, balkona atılmıştı. Ama çöpe atılamamıştı kıyılıp. İçerde dualar okunur, misafirler karınca misali eve girip çıkarken uzun uzun bakıştık onunla. Ben buğulu bir camın ardından görüyordum onu.

Taziyeye gelenler evi boşalttıktan sonra evin yalnızlığı daha bir göze batar oldu. Annemin hayatiyetinin izini taşıyan, o geri gelsin de kendilerini kullansın diye bekleyen eşyalar... Komşularla her sabah yapılan kahvaltıları taşıyan mutfak masası, bizim ısrarımızla radikal bir renge teslim olduğu için tereddütler içinde alarak, daha doğru dürüst kullanmaya fırsat bulamadan üzerinde ölümü beklediği o hain turuncu kanepe, her fırsatta yıkanan perdeler, son anneler gününde ona aldığım biçimsiz yeşil vazo, içindeki çok sevdiği yapma çiçekler falan... Cüzdanında ablamla benim verdiğimiz üç beş kuruş harçlık. Dolabın üst rafında, içine hepimiz için notlar yazılmış küçük kutularda bekleyen birkaç altın takı... Bozuk para cüzdanı, vesikalık fotoğrafları. En çok da her çantasından tomar tomar çıkan kullanılmış, kullanılmamış kağıt mendiller... İhtiyatlı olmak lazımdı malum. Akarın kokarın olmayacaktı.

O eşyalara onu ve sınırları babamın, bizim önceliklerimizle çizilen yaşam alanını, beklentilerini, kırgınlıklarını anlamaya çalışarak bakıyorum annem öleli beri. Anlamaya çalışarak ama bağışlayarak değil. Hesaplaşarak ama haksızlık etmekten kaçınarak. “Annen ölünce baban, baban olmaktan çıkar” demişti evimde temizliğe yardım eden İkbal Abla. Babam annemden sonra yıllarca yaşadı. Eski babam değildi, evet. Bu söze kafa yorarak bakıyorum işte annemden kalan eşyalara.

ANNEYİ AFFETMEK!

Peride Celal otofiction olarak adlandırdığı 700 sayfalık Kurtlar romanını yazarken yaşlı bir annedir artık. Anneliği ve yaşlılığı sorgularken şöyle der: “Anneleri anlamak ve affetmek çocuklarının harcı değil.”

Roman boyunca annesiyle arasındaki soğukluğu ve kendi anneliğinin muhatabında yarattığı memnuniyetsizliği sık sık dile getirmiştir zaten. Fakat hangi anne bütünüyle bir memnuniyet hissi yaratır ki çocukta? Bir yaş döneminde mükemmel görünen anne, bir başka dönemde tirana dönüşebilir. Anneliğin bitmeyen bir sorgulama, bir yetersizlik hissi, sürekli birbiriyle yer değiştiren bir başarı/başarısızlık hikayesi olduğu sayısız deneyimle sabit. Toplumun ve tabii çocuğun anneden beklentileri sonsuzdur, sürekli yenileri eklenir, doğru bilinen yanlışlar ortaya atılır. Anneliğin çocukta nasıl karşılık bulduğu ise çoğunlukla muammadır.

Çocuğun cinsiyeti anneyle kurduğu ilişkiyi, beklentileri belirliyor olsa da, anneye dışardan bakmak, anlayışla yaklaşmak, onu bir birey, bir evlat, eş, sevgili vb. olarak görmek çok zor. Hele çocukluk ve ilkgençlikte. Biraz daha olgunlaşınca daha bir anlayışlı yaklaşabiliyor, beklentilerimizi abartılı bulabiliyoruz. Kendi hatalarımızı keşfedebiliyoruz. Haksızlık ettiğimizi görebiliyoruz. Ama bizde açtıkları yaraları affetmek zor. Bizim kişiliğimizi oluşturan bu yaralar aynı zamanda çünkü. Özgüvensizlik, endişe, melankoli ve başka travmalar…

Terapi gören herkes biliyordur, seanslar geçmişle hesaplaşma pratiği ile başlar. Terapi süresince de geçmişe döner dururuz. Terapistin yönlendirmesine kalmaz hem bu, kendimiz yola çıkarız aile evine doğru, büyülenmiş gibi. İfşa, tasvir ve tarif ederken farkına varırız üstlendiğimiz çeşit çeşit rolle ilgili başarısızlıklarımızın, tatminsizliklerimizin kaynağının aile olduğunun. Hatta bu rolleri üstlenmeye zorlayanın da çoğunlukla aile olduğunun… Annemizin annelik rolünü en geleneksel biçimiyle üstlenmek için yetiştirilmiş bir kız çocuğu olduğunu da zamanla fark ederiz. Çoğunlukla mutsuz bir ergen, zorba bir babanın sultası altında bir genç kadın, zorba bir kocanın sultası altında bir eş, kaynana baskısı altında bir gelin olduğunu da…

ANNEMLE KONUŞMALAR

Edebiyat dergilerinden yetişen, yüklendiği birçok rol ve kimliğin karmaşasından kaçarak mutfağını aynı zamanda yazı odası yapan kadınlardan biri, Şöhret Baltaş da annesi ölüm döşeğindeyken onunla, dolayısıyla geçmişiyle hesaplaşma sürecini konu eden bir anlatı kaleme almış: Annemle Konuşmalar (Remzi Kitabevi, 2024). “Bunu yazmadan hayata devam edemeyecektim” diyor. Ne kadar benziyor kızların anneleriyle hesaplaşmaları, halleşmeleri birbirine. Mutfağın da kriz yönetim merkezi olması hem.

Annemle Konuşmalar, Şöhret Baltaş, 192 syf., Remzi Kitabevi, 2024

Başka bir şehirde yalnız yaşayan işitme engelli anne bir gün evin içinde düşer. Komşulara sesini duyurması, daha doğrusu komşuların teskin edici seslerini duyması mümkün değildir. Uzun süre bedenindeki kırıkla birilerini bekler. Özellikle de kızlarını:

“Böyle geleceğimi biliyordum. Böyle… Umulmadık bir gece vaktinde. Yıldızlı bir meltemle gevşeyen uykular vaktinde. Soğuk yüzlü bir otogardan binilen acele bir otobüsle. Gece boyunca yolu, camdan yansıyan ışıkların arasından yüzünü ve yüzümü izleyerek. Geçip giden ıssız yollara bakarken, kırmızı hırkalı küçük kızın geniş gülüşlü annesine gittiği o upuzun yolu hiç bitiremeden. Böyle olacaktı, biliyordum. Bildikçe içim yanıyordu, sonra serinletiyordum, gündelik koşturmacalara dalarak. Sonra günün içinde akıyorken ben, mesela mutfakta patates doğruyorken, bir ayağımı diğerinin üstüne koyup ağırlık atıyorken aynı senin yaptığın gibi, radyoda çalan şarkıları dinleyip bir alçalıp bir yükselen dalgalarımı izliyorken mesela anneannem gibi, diyordum ki, böyle olacak tabii, herkes o yaşa gelince, Allah gecinden versin ama, normal değil mi… Sonra birden içim hop ediyordu, sanki ben düşününce oluverecekmiş gibi, düşünmezsem uzak tutarmışım gibi, sus diyordum, düşünme, dur, daha değil, daha bu yaz gideceğim, beraber çay içeceğiz muşamba örtülü masanın üstünde, birer mentollü sigara tüttüreceğiz… Dur, daha değil.”

Baltaş, annesinin başında bir hastane odasında beklediği ve sonunda annesini kaybettiği bu süreçte geçmişiyle hesaplaşır. En çok da annesiyle: “Seninle burada, bu çiğ beyaz ışığın yarım yamalak aydınlattığı bu hastane odasında, loş koridorlarda hemşirelerin beyaz gölgelerinden ve örtülerini durmadan bağlayıp çözüp dua eden hasta yakını kadınların bezgin fısıltılarından başka hiçbir şeyin olmadığı ama hayata ve ölüme dair her şeyin bütün ağırlığıyla toplandığı burada, seninle bir yola çıktığımın farkındayım anne… Bu yolda dönüp dönüp hatırlanan geçmiş olacak, yüzleşmeler, sorgu sualler, hesaplaşmalar, itiraflar, vicdan azapları ve cevapsız sorular olacak…”

Şimdi Peride Celal’e dönelim. Onun biraz da küstahça ve hırçınlıkla sarf ettiği, “Anneleri anlamak ve affetmek çocukların harcı değildir” sözünün meali, bir çocuğun annesini, annelikten farklı bir rol dağılımına dahil edemeyeceğidir. Anlamak ve affetmek konusundaki yetersizliğin, hatta gönülsüzlüğün sebebi de haliyle anneliğe atfedilen kutsiyettir. Her şeyin üstünde, önünde, arkasında, temelinde var olduğu savunulan ve içgüdüsel olduğu da fenni yöntemlerle kanıtlanmaya çalışılan annelik hep bir borçluluktur. Korkunç kabuslardan “anne” çığlığıyla uyanan koca adamlar, yeni doğmuş bebeğini başkasına emanet etmeye kıyamayan genç anneler ve ayrılık acısını hafifletecek bir omuz arayan ergenler sebebiyle bitmeyen, hiç kaçılamayan, reddedilemeyen, reddedilmesi düşünülemeyen, affedilmeyen bir var oluştur. Acıdan haz almaktır. Tatlı bir yorgunluk fantazisidir. Tek başına sırtlanılan ve sürekli imtihana tabi tutulan sorumluluktur. Yıllarca bu yükü tek başına sırtlamaktan çıkarılan başarı hikayesi, gurur vesilesidir. Ama öte yandan da, hep eksik yapmış olmanın endişesi, süpürge edilen saçın sitemidir.

Anneyle hesaplaşma yaş kemale erince, bazen onu acılaştıran olayların, aktörlerin sarih biçimde görülmesiyle tatlıya bağlanabilir, bazen de onun yükünün ağırlığını fark edince… Her hesaplaşma tatlıya bağlanmaz tabii. Yahut onu anlarsınız da affedemezsiniz. Size biçtiği rol, koyduğu yasaklar, sımsıkı kapattığı kapılar, geçmeye zorladığı yollar af kapsamı dışındadır çünkü. Onu anlamanızı sağlayansa genellikle eril tahakkümün şifrelerini çözmenizdir. Kızkardeşliğe olan inancınızdır. Baltaş da benzer bir tespit yapar. “Annemizin bizi kısıtlayan göbek bağını, ısrarla, inatla korumaya çalışan, bize adanmışlığı, erkekleri idare etmeyi öğreten taraflarını değil de onun da erkek toplumda ezilen bir kadın olduğunu görebildiğimiz ve ortaklaşabildiğimizde başarabiliriz” der. 

Anneyi anlamak çocukların, özellikle de kız çocukların harcıdır, affetmek ise öyle kolay değildir! Birhan Keskin’den şu harika şiirle bitirmek en iyisi.

BİR MEVSİM YOK ANNE GİBİ 

Çocukluğumdan kesilen saçlarımı
geri istiyorum berberlerden
(anneme küstüğüm için oluyor bütün bunlar)
yüzümü ve dizlerimi bi koşu
kanatıp okulun bahçesinde
tekrar dönerim, hemen.
Büyüklere mahsus şeyler de konuşuruz
seninle istersen.
Yoruldum çok
kente ve sana durmaktan
öfkem ne sana ne de başkasına
üstelik geceden Marilyn Monroe
ve senin gözyaşın geçti
hadi barışalım.
Hem hiç bir mevsim ısıtmaz ellerimi
anne gibi
istersen kahve içip fal da bakarız yine
bana üç vakte kadar bir yolculuk görünür
belki ay doğar fincanda hanemize.
Alevi içine bakan bir mumum ben
derine kaçan bir anıyı istiyorum
berberlerden.

II

Irmak bitti
devrildi dağ
büyüdüm.
Çocukluk anılarımdan
düşecek kadar
kırıldı âvâz
yüzümden kovuldu
anneler korosu
söndü ateş.
Kahvaltı masalarına geç kaldım
kirlenmiş bütün bardakların yalnızlığı bana
ve ince kaldım belki
sabah zamanına.
Hey aynalardan içeri kaçan çocukluğum
nöbetçi aspirinler, diş macunları
tekrar dönerim,
ırmak akar tekrar yatağından
dağ yerinden doğrulur
uzaklığım biter
gölgem yanıma düşer belki yeniden,
kim bilir
belki dedem bile olur
vicks kokulu yastıklar kalır bana ondan
ve ahdım var
onlardan kalma sehpaları kirletirim
bu sefer.

III

Buralara kadar gelinmişse
gece kendini uyur
kendine küser eşya
kendi cinayetine kurbandır metal
söz kendini söylemiş, yorulmuşsa
yağmur kendi içine yağar
asfalt bir çılgınlığa yürür kendini, buraya kadar gelinmişse
uyku bile kendini uyur.
Yok yerlere gelindi
boş yerlere gelindi
kemanlar kendi sesinden içlendi
ben senin sessizliğinden
eşya boşuna küstü kendine
gece boşuna delindi,
yaşamımın güç yanlarından biri olma
lütfen, şimdi bu kavgayı unutmak da
hatırlamak da çılgınlık olur gel biz seninle kahraman olalım
ne hatırlayalım bunu
ne unutalım.


Funda Şenol Kimdir?

Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.