Antakya bize ne anlatıyor? Antakya ve Antakyalılar ne bekliyor?

O meşhur Antakya rüzgarınla anlattın; evet dedin ben insanlarımla, zeytin ağaçlarımla, kıvrım kıvrım akan Orontes’le* birlikte yedi kez yeniden doğdum, ama bu kez insanım, doğam unutuldu dedin.

Fotoğraf: Arşiv
Google Haberlere Abone ol

Antakya... Memleketim...Yeni geldim yanından ama bu kez depremin yıkımı yetmezmiş gibi dümdüz edilen mahallelerinin ortasında, bir yıkıntının yanı başında aniden karşımıza çıkan portakal ağaçlarıyla fısıldadıkların, Antakya’da yaşayan yakınlarımın, dostlarımın gözlerindeki yorgunlukla, şantiye alanlarına dönüşmüş sokaklarında, caddelerinde  yaşadığım yoğun kaybolmuşluk duygusuyla, otostop yapan çocukların gençlerin yüzlerindeki endişeyle, senin yüreğime, aklıma dokunan  binbir renkli dilinle anlattıklarınla, birlikte iyileşeceğimize dair umudum güçlenerek  döndüm...

Yerel sanatçılarından Ahmet Bostancı’nın yaptığı Tike heykeline ve Defne-Apollon kavuşmasını anlatan mozaik panoya bakarken yedi kez yok olmana rağmen küllerinden nasıl yeniden doğduğunu hatırlattın..

O meşhur Antakya rüzgarınla anlattın; evet dedin ben insanlarımla, zeytin ağaçlarımla, kıvrım kıvrım akan Orontes’le* birlikte yedi kez yeniden, eski neşemle doğdum, ama bu kez insanım, doğam unutuldu dedin, size olan sevgimle umudumla birlikte artan isyanım bu dedin... Ben buradaki renkliliğinizle, 2300 yıllık kadim değerlerin taşıyıcısı neşenizle, sıcacık misafirperverliğinizle, süvari kahveleriyle derinleşen sohbetlerinizle insanlarımla sizin Antakya’nızım dedin... Beni ben yapan bu kültürel dokuya, sizin biyoçeşitlilik dediğiniz bin bir çeşit bitkime, ağacıma, sizi asırlardır besleyen topraklarıma ve yaşatan sularıma, vadilerime gösterilen özensizlik, zalimlik nedeniyle sizleri kaybetmekten, gitmenizden, geri dönmemenizden korkuyorum dedin.

Biz de sana bir çok duvar yazısıyla seslendik; “Umudunu Yitirme”, “Çiçekli Arapçamızla, Bahçeli Ermenicemizle Buradayız. Geri döneceğiz !”  “Ma Rihna Nihna Hon” dedik,“Kırılsa da körpe dallarımız, köklerimizden yine doğacak bahar, gitmedik buradayız” sözünü verdik sana ve kendimize ve birbirimize...

Ağır akıyor zaman, çok ağır akıyor Antakya’da; Temmuz sıcağında 5 gün su verilemeyen bir konteynır yerleşkede yaşayanlar için de, yeniyle güçlendirdikleri evlerinin kapısına bir sabah asılan yıkım tebligatı kağıtlarını okuyanlar için de, iş yerine gelmek için ulaşım olanağı bulamadığı için işsiz kalanlar, derin bir yoksulluğun parçası olanlar için de çok ağır akıyor, okul servisi gelmediği için okuluna otostop yaparak gitmek zorunda kalan çocuklar için de...

Kurtuluş Caddesi’nin kaldırımlarında, yıkıntılar üzerinde çoğalmaya başlayan, sanki bizi görün der gibi yukarı doğru uzayan bir bitki; Selvi Otu (Erigeron canadensis) Antakya’nın terk edilmişliğini, unutulmuşluğunu yoğun bir şekilde hissettiriyor. Bu otun haşere kovucu etkisinin de olduğunu öğrenince insanın yapamadığını doğanın yapmaya çalıştığını düşünüyorum. Hatay Tabip Odası başkanı Sevdar Yılmaz birçok haşereyle birlikte pirelerin de çok arttığını bu nedenle çocuklarda özellikle diz altı bölgede enfekte yaraların sıklıkla görüldüğünü söylemişti. Acaba Selvi otu pireleri de kovar mı sorusu da takılıyor aklıma.

Evet Antakya’da yoğun bir yapılaşma faaliyeti var, şehir devasa bir şantiyeye dönüşmüş durumda. Yollarda kamyonlar, kepçeler, dozerler, adını bilemediğim farklı inşaat araçları vızır vızır geçerken, “Eee işte biz çalışıyoruz, kim demiş Antakya unutuldu?” diye sorabilir yetkililer. Hatırlayalım; henüz arama kurtarma faaliyetleri sürerken bile kalıcı konutlar için hazırlık çalışmaları çok hızlı bir şekilde başlamıştı; molozların, deprem yıkıntılarının hoyratça en yakın “boşluklara”; vadilere (Samandağ-Yeşilköy), zeytinliklerin üzerine (Narlıca), su havzalarına (Serinyol), sulak alanlara (Mileyha) alelacele dökülmesinin, eski Antakya’nın deprem yıkıntılarının kaldırılması için Ulucami’nin yol olarak kullanılmasının, gözümüzün bebeği gibi korumamız gereken nakışlı taşlarının üzerinden geçen ağır araçlar nedeniyle nasıl parça parça edildiğinin tanıkları olarak unutmadık o günleri....  Ve o dönemin İçişleri Bakanı “Göreceksiniz enkaz kalkınca Hatay'ın yüzde 75'i tamamen boş arsa olacak.” demişti. Kadim bir şehire “arsa” olarak bakılması canımızı yakmıştı o zaman ama Sayın Bakan haklı çıktı ne yazık ki.

Nasıl bir hesapla, hangi ihtiyaca göre belirlendiğini bilemediğimiz 60’a yakın taş ocağı ruhsatı verilmiş durumda, Samandağ’da üç mahallenin ortasına, yeşil benekli kaplumbağaların yaşam alanı olan Asi nehri eski yatağının yanı başına, seraların ve narenciye bahçelerinin karşısına, bir ilk öğretim okuluna 150 metre uzaklıkta açılan bir  beton santralinin, belediyenin mühürlemesine rağmen etrafi toza dumana ve gürültüye boğarak çalışmaya devam etmesi yetmezmiş gibi, Yayladağı yolu üzerinde Harbiye şelalalerinin kaynağına çok yakın bir bölgeye yeni bir beton santrali yapım çalışmalarının başladığını öğreniyoruz. 

Kalıcı konutların çok tartışmalı olan inşaat sürecine hiç girmeyeceğim. Zaten merkezi ve yerel yönetimlerin en çok ilgilendikleri bu konuya dair yapılması ve yapılmaması gerekenlere dair TMMOB başta olmak meslek odaları ve konuyla ilgili akademisyenler, hukukçular sürekli yazıyor, anlatıyor, çalıştaylar yapıyorlar, Antakyalılar mülkiyet hakları için hukuksal yolları deniyor, seslerini duyurmak için toplantı ve yürüyüşler yapıyorlar. Bu raporların, uyarıların, önerilerin, hak arayan seslerin dikkate alınmaması, duyulmaması da Antakya için bir başka yok sayılma hali değil mi?

Unutulan, bu büyük karmaşa ve gürültü içerisinde geri planda kalan ana mesele, Antakya’nın da  “artık yeter!” diyerek işaret ettiği şey; gündelik yaşama dair giderek katmanlaşan sorunların çözümüne dair yapılanların yetersizliği.

Bir konteyner yerleşkenin 5 gün susuz kalması örneğinde olduğu gibi temiz suya erişim probleminin devam etmesi, Hatay’da bodurluk oranının arttığını gösteren bilimsel verilerin yetersiz beslenmeye dikkat çekmesi, konteynırlarda özel alan yokluğu nedeniyle eşler arası sorunların ağırlaşmasının yanı sıra çocukların ve gençlerin ders çalışma ve sosyalleşme alanları bulamaması, konteyner yerleşkelerin ve şehir içi ulaşım sorununun insanları çok yönlü etkilemesi, okul servislerinin düzensizliği nedeniyle çocukların otostop yapmak zorunda kalması gibi çok başlı sorunlara yol açması, gençlerin ve çocukların kültürel ve sosyal alan yoksunluğu nedeniyle depreme bağlı travmalarının katmerleşerek artması, gençlerde uyuşturucu bağımlılığının ve aile içi şiddetin artması, kültürel dokunun giderek bozulma riski, ruh sağlığı uzmanlarının “bir neslin kaybedilme tehlikesine” ve “üzüntünün ötesinde derin bir kederin” şehirde giderek yaygınlaşmasına dikkat çekmesi... Gündelik yaşam sıkıntılarına örnekler o kadar çok ki...

Tüm büyük sorunlara, aslında Antakyalıların katılımı sağlansa çok daha hızlı ve sağlıklı çözüm olanakları bulunabilecek tüm dertlere rağmen Antakya’da yaşama konusunda kararlı olan Antakyalıların, iyi ve kötü günde Antakya’yı kucaklayan, yalnız bırakmayan dostlarımızın varlığı Antakya’nın insanıyla, kültürüyle iyileşeceği umudunun en büyük güvencesi...

İmzacısı olduğumuz İnsan hakları Evrensel Beyannamesi ve Anayasa ile güvence altında olan sağlıklı bir çevrede yaşama, sağlıklı barınma, eğitim gibi temel haklarımızı yerine getirmekle yükümlü olan merkezi ve yerel yönetimlerden beklentimiz gündelik yaşamı, geçimi kolaylaştırıcı temel ihtiyaçların karşılanmasını sağlayacak girişimleri hızlandırmaları. Kalıcı konutlar için gösterilen hızın ve ilginin gündelik yaşama dair sıkıntılarımızın çözülmesi, doğamız ve kültürel dokumuzun korunması için de sağlanması... Antakya’nın da Antakyalıların da beklentisi, isteği bu.

*Orontes; Asi Nehri

Fotoğraflar: Demet Parlar