Antakya: 'Her insanın gerçek kenti anılarının kentidir'
Zamanın akması için Antakya’ya gitmeli. “Ben gitsem ne yapabilirim ki” diyenlere: Yas’a ortak olmak da bir şey, sadece dolanmak ve sokakta görünmek de bir şey… Antakya terkedilmediğini bilmeli.
Ülker Şener
2015 yılındayız “Kadınlar Kent Yönetimine Eşit Katılıyor: Kadınlar Güçleniyor Hatay Güçleniyor” çalışması için Antakya’da sivil toplum örgütleri ile bir aradayız. Kadınların ihtiyaçlarına duyarlı, katılımcı bir yerel yönetim yaratma arayışındayız, birlikte yönetmenin, yerelde müdahale etmenin çabası diyelim, katılımcı bir kent oluşturacağız… Olmadı. Bugün deprem vesilesiyle yerel inisiyatiflerin ne kadar güçsüz olduğunu gördük, müdahale etme olanaklarının ne kadar sınırlı olduğunu, her şeyin ne kadar merkezileştiğini ve hantallaştığını…
2015 yılı haziran ayının son günleri, Defne Boğaziçi Oteli... Otelin önünden Harbiye Şelalesi akıyor. Ayaklarını ılık suya daldırarak yemek yemenin, içmenin ve gülmenin hala mümkün olduğu günler. Üst katta toplantı arasında konuşurken slogan sesleri duyuluyor. Camdan bakıyoruz görünen bir şey yok, ses çok yakın ama, anımsıyorum önce ses vardı. Önce ses gelir yetişir ve ardından görüntü çıkar. Görüntü ortaya çıkıyor. “Ne oldu?” diyoruz, biri cevap veriyor; “IŞID’e karşı savaşan Halil Aksakal’ın cenazesi Suriye’den bugün geldi". Bir suskunluk oluyor.
Hatay’ın, Antakya’nın kaderinin değiştiği günlerin başındayız daha. Burada bitmiyor, savaş derinleştikçe Antakya da yeni ruh haline alışmaya çalışıyor. Pek çok duygu birbirine karışmış durumda, en çok hissedilen tedirginlik, sonraki günlerin getireceklerinin tedirginliği… Her konuşma 10 yıl – 15 yıl sonra Antakya’nın nasıl bir yere dönüşeceğine odaklanıyor. Henüz bilinmiyor, 10 yıl sonrasının olmayacağı, yıkıntıların arasından kente, artık geride ne kaldıysa ona bakılacağı… Bilinen şey ise savaş ve yarattığı belirsizlik, korku.
Oraya gidemedik ama Defne Boğaziçi Otel yerinde duruyormuş, ıssızmış sadece. Harbiye Şelalesi akıyormuş. Tarlalar yerinde duruyor, ağaçlar, dağlar, Musa dağı, doğa yerli yerinde, yıkıntıların etrafındaki bahçeler, gökyüzü… Olmayan şey insan.
Antakya’da olan şey şok ve travma... Bilmiyor değilim pek çok raporda söyleniyor bu… Şehir boşalmış... Kaçış... Umarım bu bir terk etme değildir diyorum. Kalanlar var. Gördüğüne anlam verememenin duygusu ağır basıyor. Söylenen her şey anlaşılıyor ama anlamlı bir bütün oluşturuyor mu? Bu nasıl mümkün olabiliyor? Nasıl bir anda bu değişim, yok oluş yaşanabildi? Bir kent sadece 1 dakika içinde nasıl bir yıkıntıya dönüştü, ne oldu böyle? sorularının yarattığı şok. Cevap elbette biliniyor, bilmek ile anlamanın ve kabullenmenin aynı şey olmadığını çok önce öğrendik. Travması bol olan bir coğrafyada yaşıyor olmanın getirdiği bir bilgi bu.
Antakya kendisine ait büyüsü olan kentlerden. Kentlerdendi… Evet büyüler bozulur, kentler değişir, ama bunlar zamanla olur, alışırsın azar azar, bazen bilirsin hazırlık yaparsın, hazırlanırsın, hissedersin, zamanla olur… Bu kez öyle değil, hazırlık yok. “Her insanın gerçek kenti anılarının kentidir diyor” şair. Anıları mümkün kılan ne, hatırlamayı sağlayan... Bir yanıyla gezdiğimiz mekanlar, yan yana durduğumuz insanlar, gülümsemeleri… İnsanlar azaldı, mekanlar yok oldu. Kalan şey beynimize en çok da bedenimize işleyenler. Anılar bedene gömülüyor, beden de can buluyor, bedene oturuyor, tüm ağırlıklarını bedene veriyor. Mekanın ağırlığı, ölenlerin ağırlığı kalanların bedenlerini kendilerine yer edinecek. İçinde insan sıcaklığı olmayan evlerin çökmesi gibi, beden çökecek. Bu nedenle Antakya’da ihtiyaç nedir diye soranlara, insan diyeceğim, kısa zamanda bu mümkün değil biliyorum. Ama Antakya ancak insanıyla yeniden Antakya olacak ve ardından kentin hafızasına kök salmış mekanların yeniden yaratılması diyeceğim. Yıkılan ipekçiler çarşısının yeniden canlanması, yıkıntıya dönüşen kiliselerin yeniden hayat bulması.
2014 yılında ilk gidişlerimizin birinde Antakya’da bulunan kiliselere rahatlıkla girebilmiştik, kapılar açıktı. Bir yıl sonra önceden izin almak gerekti, dost olduğumuzun bilinmesi. Nasıl da üzmüştü bu bizi. Şu an o kiliseler yok. Geçmiş üzüntüm biran küçülüyor, şimdi yaşananları düşününce. Bilmiyor değilim her acı kendine has, yine de geriye bakınca bazı acılar siliniyor, anın ağırlığı üstlerine çöküyor ve yok ediyor. Mekanlar yeniden yaratılmalı, bedene işleyen acı ancak böylelikle az da olsa sağaltılabilir.
2 yıl boyunca birlikte yol aldıklarımızdan yitirdiklerimiz oldu, Hatice Can ilk aklıma gelen. Neyse ki cenazesi erkenden çıkarılmış, gömülmüş diyorum. Evet anlamsız gelecek belki ama ritüeller olmalı. Yas tutmanın bir ritüeli olmalı, veda etmenin bir ritüeli olmalı ve hoşçakal demenin. Ölen öldükten, giden gittikten sonra ne önemi var denmemeli… Ritüeller bağlıyor, geçmişi şimdiye bağlıyor, zamanın akmasını sağlıyor, önemli olduğunu hissettiriyor ve önemsendiğini… Bu nedenle yitirilenler için “enkaz altında ölüme mahkum olan canlarımız, yıkılan kentlerimiz, sökülen güllerimiz, suskun kuşlarımız, tarifsiz kederimiz için…” pencerenin önünde mum yakılmalı. Antakya’da pek çok şey eksik yapıldı, ama en kötüsü buydu belki de… Yasın görülmemesi, ritüellerin önemsizleştirilmesi, toplu mezarlıklar, molozlardan çıkarılamayan, bulanmayan cenazeler… Böyle bir yıkıntıda bu mu düşünülür diyenlere evet, düşünülmeli, yaşayanlar için düşünülmeli. İnsanların feda etmek için bir varlığa ihtiyacı var. Onun bir parçasına, beden yoksa ona dair bir şeye, eşyaya…. Ama özen gösterecek zaman var mı, molozları ayıklayacak sabır? Her şey bir an önce olmalı, bitmeli, temizlenmeli ve yeniden binalar dikilmeli.
Hangi acının ilacını sorsan zaman diyorlar. Zamanla geçecek, bitecek, bitmese de azalacak. Bilmiyorlar ki zamanın kendisi de yüke dönüşür... Acıyla karşılaşan zamanın ağır bir yüke dönüşmesi... Ağır bir yüke dönüşen zamanın içinde dolanmak, dışına çıkamamak, durgun bir göl gibi, dibi bataklık içine doğru çeken. Buraya pek çok şey için gelenler var-gidenler. İyi ki de böyle. Bataklığın insanı içine doğru çekmemesi için oyalanmak lazım, anlamlar bulmak, soluk almak, konuşmak, haber almak... Zamanın yeniden akması için Antakya’ya gitmek orada dolanmak, tanıdıklara, önceden tanışılmamış olanlara selam vermek, konuşmak lazım… “Ben gitsem ne yapabilirim ki” diyenlere: yas’a ortak olmak da bir şey, sadece dolanmak ve sokakta görünmek de bir şey… Antakya terkedilmediğini bilmeli.