Antalya Film Festivali.... Yönetmen Atalay Taşdiken: Yola çıkma amacım bir erkeklik eleştirisi yapmaktı

57. Altın Portakal Film Festivali üçüncü günü geride bıraktı. Yönetmen Atalay Taşdiken’le yönetmenliğini yaptığı “Kar Kırmızı” filmini konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

ANTALYA - “Mommo- Kız Kardeşim” ve “Meryem” gibi yapıtlarıyla sinema dünyasında adından söz ettiren yönetmen Atalay Taşdiken, “Kar Kırmızı” filmiyle 57. Antalya Film Festivali’nde izleyici karşısına çıktı. 

Haksız yere uzun süre cezaevinde kalan ve çıktığında bir ‘intikam’ın peşinde koşan Yusuf’u ele alan film, festivalin ilk gününde beyazperdedeydi. ‘Erkeklik’ eleştirisi iddiasıyla yola çıkan filmde temsiliyet meselesi yer yer sıkıntılı bir hal alırken doğanın anlatılan hikayeyle bütünleşmesi izleyicinin filmle özdeşlik kurmasında önemli bir nokta olarak dikkat çekti. 

Taşdiken’le Türkiye sinemasının geldiği son noktayı, temsiliyet meselesini, erkeklik krizini ve zor zamanlarda gerçekleşen Antalya Film Festivali’ni konuştuk. 

Kar, filmin tüm ruhuna sirayet etmiş durumda. Filmin muallaklığı, ne olacağı, karakterin belirsizliği kar ile kuvvetli bir bütünlük sağlamış. Sinemanızda doğanın yeri nedir?

 Benim daha önceki üç filmim kendi doğup büyüdüğüm topraklarda, o habitatta geçti. Üç filmimde de doğa, filmin yardımcı oyuncusu konumundadır. Yani, kamerayı koyduğumda kadrajda filmin hikayesi, öznesi elbette birinci plan olmakla birlikte olabildiğince her planda yardımcı oyuncu diye tanımladığım doğayı, tabiatı, elbette hikayenin dışında olmayacak unsurlarıyla, kullanmayı seviyorum. Bir anlamda da sadece sevgi değil; sinemaya bakışımın da bir tezahürü, ifadesi bu. Doğa, olmazsa olmazımdır. Bir evin içinde geçen bir hikayeyi, bir aile hikayesini ya da başka bir şeyi çekemem diye düşünüyorum. 

Film, içerisinde polisiye unsuru barındırıyor ve bir cinayet silsilesi ile başlıyor. Daha sonrasında parçalanmış, dağılan ve dağıldıktan sonra bir intikama evrilen bir adamı görüyoruz. Bu meseleyi ele ama sebebiniz nedir, bu intikam hikayesini anlatmayı neden tercih ettiniz? 

Birçok arka planı var. Burada anlatmak istediklerimden bir tanesi, bizim ve bize benzer coğrafyalarda erkeğin biçilmiş rolü aslında. Bizim kahramanımız özellikle hapisten çıktıktan sonra, bir intikam peşinde değil; kendini hak etmediği bir lekeden kurtarmak için çabalıyor. Bir de ailesini arıyor karakterimiz ama süreç içerisinde başına gelen meseleyle ilgili ipuçları yakalamaya başlayınca bir olayın ortasında kalıyor ve anlık kararla o cinayeti işliyor. Aslında ilk cinayeti, planlı, tasarlanmış bir cinayet değil. Burada bizim toplumsal ikiyüzlülüğümüz devreye giriyor. Kendi halinde bir adamken, adam yerine konmayan birinin kendi istemi dışında ya da planlamadığı bir şekilde adam öldürmesiyle toplumun onu suçlarmış gibi görünerek aslında mitleştirmesi... Temel yola çıkma amacım, bir erkeklik eleştirisi. 

İkincisi de, insanların adalete olan güveninin sarsılması, yani burada haksız bir cezayı çekmiş bir adamın bir anlamda adaleti araması, kendini temize çıkarma çabası anlatılıyor. Bugün insanlar nezdinde çok karşılığı var diye düşünüyorum adaletsizlik duygusunun. 

Yusuf'un motivasyonu aslında iki nedenden: Bir tanesi hak etmediği bir suç, bununla ilgili boşa geçen yılları ve hak arayışı. İkincisi de istemeden de olsa o 'ona biçilen rol': “Erkeksen erkeklik yapacaksın”. O sarmalın içine girdikten sonra da, ha bir ha üç ha beş… Biz zaten Yusuf'un da her aşamada cinayetleri işlerken daha normalleştiğini, bunu kanıksadığını görerek ilerliyoruz. 

‘KADINLA İLGİLİ BİR ŞEYİ ANLATMA MESELEM BUGÜN ORTAYA ÇIKMADI’ 

Sinemada temsiliyet uzun zamandır tartışılıyor. Siz bir erkek olarak, aslında erkeklik eleştirisi ele aldığınızı iddia ediyorsunuz. Temsiliyet meselesini nasıl kurdunuz? 

Aslında “Meryem” filmim de tamamen bir kadın bakışıdır, Anadolu'da bir kadının mahalle baskısı altında nasıl yaşamak zorunda kaldığını anlatır. O da ince çizgileri olan bir şeydir. Yani benim kadınla ilgili bir şeyi anlatma meselem bugün ortaya çıkmış bir mesele değil. “Meryem”de de bunu çok incelikle incelemeye çalışmıştım. Burada da açıkçası son dönemde artan kadınlara yönelik şiddetin, kadın cinayetlerinin etkileri var üzerimde. Buna bir de arka plandan bakmayı düşündüm. 

Kadın cinayetlerindeki, erkek tarafından söylenen motto “ya benimsin ya toprağın”. Ama kadın ne düşünüyor? Ne düşündüğünün hiçbir önemi yok mu? Hikayeyi yazma sürecinde, taslak üzerinde konuşurken, birkaç arkadaşımdan kafamdakini destekleyen hikayeler duydum. Bir tanesi şuydu: Babaannesi, 60 yıldır evli. Dedesi onu kaçırarak evlenmiş, torununa bir gün şunu itiraf ediyor: “Hayatımın bir gününde bile dedeni sevmedim.” Bu trajik, travmatik bir mesele ve ekstrem bir örnek de değil. Deşiverseniz aslında, o kadar çok böyle hikaye var ki... Bizim hikayemizde de böyle. Adamın kendi kafasında kurduğu bir aşk hikayesi var, buna inanmış, dolayısıyla da o trajedinin çıkış noktasının kendi yaptığı hatadan olduğunu anlıyoruz. Aslında bu trajediye neden olan şey, gönlü ve rızası olmayan bir kadına sahip olma isteği. Ama karakterimiz finale kadar bunun farkında değil. Bir ideal ve hakkını arama peşinde bir adam gibiyken aslında öyle olmadığını görüyoruz. Biraz da 'meseleye başka bir perspektiften bakabilir miyiz? sorusuna küçük bir katkıda bulunmayı amaçladım. 

‘BU BİR SİNEMACI TERCİHİDİR…’ 

Film, sizin de söylediğiniz gibi erkeğin kadını yok sayarak kendi kafasında kurduğu dünyaya inanması ve hemen akabinde yaşadığı o travmayı ele alıyor. Fakat filmde kadın karakteri çok küçük bir sahnede görüyoruz ve orada da aslında bugünkü toplumsal baskının bir tezahürü olan durumla kadın kendisini savunuyor. Bu bakış açısı, erkeklik eleştirisi iddiasıyla yola çıktığınız anlatıda bugünkü baskıyı yeniden üreten ve meşrulaştıran bir sonuca yol açmıyor mu? 

Senaryo bir tercih. Mesela senaryoda Yusuf'un hikayesiyle Zeynep'in hikayesini paralel bakışta anlatabilirdik, bu da bir yoldu. Ben bunu özellikle tercih etmedim. Birincisi, Zeynep'in hikayesinin bir sürprizle sonlanmasını istedim, bu bir sinemacı tercihidir. İkinci olarak da, filmin gizli öznesi kadın aslında. Burada senaryoyla ilgili birinci tercihim finaldeki sürprizin biraz daha akılda kalıcı ve çarpıcı olması üzerineydi. İkincisiyse tam da eleştirmek istediğim cepheden, erkek dünyasına odaklanmaktı… Bu iki tercihten dolayı kadını çok az gördük. Finalde bir anlamda bizim seyirci için de beklenmedik bir şok etkisi yarattı. 

'ÇEVRİMİÇİ FİLM FESTİVALİ YAPILAMAYACAĞINI DÜŞÜNÜYORUM' 

Türkiye sinemasının yakından tanıdığı isimlerden birisiniz. Bu sene pandeminin tüm zorluk ve risklerine rağmen Antalya Film Festivali gerçekleşiyor. Festivale dair ne söylemek istersiniz? Türkiye sinemasını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Festival, daha önceki Antalya Film Festivallerini düşündüğümüz zaman, sönük geçiyor ama her şeye rağmen bu festivalin yapılabiliyor olmasını çok önemsiyorum. En azından filmlerin seyirciyle buluşabilmesi kıymetli. Çünkü film festivali, film izleyicisi için yapılan bir şey. Festivaller, sinemanın, bütün atardamarlarının attığı, nabzın olduğu yerlerdir. Seyirciyle yan yana oturup, o filmi izleyip, o seyircinin beden dilini, gözündeki ışığı görmedikten, yaşayamadıktan sonra hiçbir anlamı yok. Dolayısıyla evet, geçen yıllara göre bakıldığında Antalya Film Festivali daha sönük ama bu halinin bile takdir edilesi bir tavır olduğunu düşünüyorum. 

Festivalden bağımsız olarak Türkiye sineması bugün nerede sorusunu cevaplamak gerekirse son on yıldır Türkiye sinemasının bir duraklama devri yaşadığını düşünüyorum. Bunun belki birçok nedeni olabilir ama benim kişisel olarak fikrimi sorarsanızburada şöyle bir şey var: Dünyadaki örneklerin, festival sosyetesinin diyelim, önemsediği filmlerin çok benzerlerini, neredeyse remake’lerini yapmak meselesi, bizim sinemamız için hatalı bir şey. Bizim ülkemizin kendine ait bir rengi, hikayesi var. Mesela bir dönemin Doğu Avrupa sinemasının dünyadaki festivaller için genel geçer bir dili vardır. Onu alıp buraya uyarlamak, o dili kopya etmeye çalışmak bizim sinemamıza zarar veren şeyler… Beni asıl korkutan ve ürküten şey de şu: Yirmi yıl önce Antalya Film Festivali'nde Altın Portakal almış veya Adana Altın Koza'da Altın Koza almış filmler gerçekten sinemalara girdiğinde insanların büyük bir ilgisiyle karşılaşırdı. Hatta vizyona girip kalkmış, orada ödül aldıktan sonra tekrar vizyona sokulmuş birçok örnek var. Festival seçkilerinin giderek halkın sinema tercihlerinin çok dışında bir yere doğru evrilmesi bence sinema seyircisinin festival filmleriyle arasındaki mesafeyi artırdı. Filminizin adı her ne olursa olsun, yaptığınız işe ne ad veriyorsanız verin; seyirciye ulaşmıyorsanız, seyircide bir karşılığı yoksa çok da önemsenecek bir iş yapmıyorsunuz demektir. 

SEYİRCİ NEDEN UZAKLAŞTI? 

Sinemayla halkı yakınlaştırmanın, bu eleştirinizin çözümü nedir? 

Festival sineması kavramı, son yirmi yılda ortalama sinema seyircisini küçük gören, “Ben öyle bir şey yapıyorum ki siz anlamazsınız” diye tepeden bakılan bir iş. Film, mutlaka bir öykü anlatmak zorunda değildir, anlayışı gibi örnekleri de var. Peki film ne anlatmak zorundadır, öykü anlatmak zorunda değilse? Öykü önemli değilse, o zaman fotoğraftan sinemayı ayıran şey ne? Dolayısıyla “Biz yaparız, siz anlamazsınız” kolaycılığı, seyirciyi uzaklaştırıyor. Maalesef bu makas gittikçe de açılıyor. Matematiksel veri olarak söyleyeyim, sinemamızın çok önemli yönetmenlerinin, on yıl önce ortalama 50 bin seyircisi varken şimdi bu yönetmenlerin gişedeki karşılığı 2 bin 500. Bu, seyirciyle festival orijinli filmlerin birbirinden gittikçe uzaklaştığını göstermek için verdiğim bir örnek. 

Türkiye sineması diye bir isim veriyoruz ama bu kavramın içi dolu değil. Türkiye sineması bugün, Türkiye'de çekilen, Türkiye'de yaşayan insanların çektiği filmler yalnızca… Biz Türkiye sineması diye bir üsluptan, dilden, bir biçimden bahsedebilir miyiz? Bir İran sineması filminin sesini kıssak da, dil bize ipucu vermese de biz İran, Güney Amerika, Arjantin, Kuzey Avrupa sinemasını, üç aşağı beş yukarı bir dil birliği, bir üslup birliği ile anlayabiliriz. Son on yılda öykünmeci bir sinema ortaya çıktı. Fstivaller, festival seçicileri neyi beğenir kodları üzerinden yazılan senaryolar ve çekilen filmler...  Böyle olunca da maalesef birbirine çok benzer işler ortaya çıkıyor ve bunların seyirciyle buluşması çok kolay görünmüyor.