YAZARLAR

Anti-elitizmin temel arzusu nedir?

İster sosyal adalet mücadelesi isterse milli bir yeniden dirilişin öğesi olarak sunulsun hiç fark etmez; anti-elitizm Türkiye’de en başından beri kurumları işler kılan meşru kadroları yerinden etmenin bir aracı olarak kullanıldı. Yani akademinin dışında da hukukçular, doktorlar, ekonomistler veya eğitimciler gibi seçilmiş diğer hedeflere karşı bugüne kadar yürütülmüş seferberliklerin tümünün temel motivasyonunu hep şu arzu oluşturmuştur: Onun olduğu yerde ben olmalıyım.

Anti-elitizm siyasetteki etkisini küresel düzeyde hissettiren son derece güçlü bir eğilim. Hangi taleplerle dile getirilirse getirilsin, nasıl bir çerçeve içinde sunulursa sunulsun elitizm karşıtı söylem mutlaka bir etki yaratıyor. İnsanlar bir yerlerde belli bir grup insanın, kendilerinden esirgenen hazların keyfini çattığı iddiasına karşı kayıtsız kalamıyor. Bugün öğrencisiyle, akademisyeniyle, idari personeli ve mezunuyla Boğaziçi Üniversitesi’nin başlattığı mücadeleyi “halk düşmanı” elitlerin bir kalkışması olarak yaftalama gayretkeşliğini bu etkiden yararlanma arzusu çerçevesinde analiz edebileceğimize inanıyorum. Esasında AKP kurulduğu ilk günden itibaren farklı kavramlarla ve değişik adlar altında bu söylemin olanaklarından yararlanmaya çalıştı. İktidar sözcüleri elit karşıtlığını ilk başlarda “merkez-çevre” veya “düzenin yabancılaşması” gibi başlıklar altında yürütülen sosyolojik tartışmalardan devşirdiği kimi argümanlarla, bir sosyal adalet talebi şeklinde sunmaya özen gösteriyordu. Bize AKP’nin Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana dışlanmış “kavruk çocukların” hareketi olduğu, onu Anadolu kaplanlarının İstanbul sermayesine başkaldırısının temsilcisi olarak kabul etmemiz gerektiği söylenirdi. Zamanla bu söylemin odağı sosyolojik modellerden komplo teorilerine, yönlendirici ekseniyse adalet talebinden saldırgan bir milliyetçiliğe doğru evrilmeye başladı.

Fakat ister sosyal adalet mücadelesi isterse milli bir yeniden dirilişin öğesi olarak sunulsun hiç fark etmez; anti-elitizm Türkiye’de en başından beri kurumları işler kılan meşru kadroları yerinden etmenin bir aracı olarak kullanıldı. Yani akademinin dışında da hukukçular, doktorlar, ekonomistler veya eğitimciler gibi seçilmiş diğer hedeflere karşı bugüne kadar yürütülmüş seferberliklerin tümünün temel motivasyonunu hep şu arzu oluşturmuştur: Onun olduğu yerde ben olmalıyım. Hınç duygusu dışında emekle elde edilmiş konumları imtiyaz, bilgi ve beceriyle kazanılmış yetkileri haksızlık olarak göstermeye yetecek kadar güçlü, insanın gözünü karartan başka bir motivasyon tanımıyorum. Ebette bir gergef gibi nakış nakış işlenmiş insan yaşamlarına dokunmak, uzun bir geçmişi olan kurumların kültürünü yok saymak öyle kolay yoldan yapılamıyor ve belli bir şiddet uygulamayı gerektiriyor. Böyle bir işin demokratik teamüllere uygun, hukukun kabul görmüş ilkeleriyle çelişmeyecek bir şekilde gerçekleştirilebilmesi imkansız. Elit karşıtı söylemin stratejik ve sistematik doğasını, belli grupların “imtiyazlı” diye kodlanarak manipülatif bir yoldan halka düşman olarak sunulmasını ve iktidarın yarattığı büyük duygu seferberliklerini açıklayan şey de bu imkansızlığı aşma arzusu.

Söz konusu arzu, elit karşıtlığının günümüz dünyasında etkili olan anti-demokratik akımların ortak paydası olarak öne çıkmasının bir sebebini oluşturur. Yani hukuku ve demokratik teamülleri, yasa ve egemenliğin kaynağı olarak görülen seçmeni harekete geçirerek aşma olanağı sağlaması, elit karşıtı söylemin kendine özgü siyasi çekiciliğini bir ölçüde açıklayabiliyor. Bugün sloganlarını popülerleştirmek, ideolojisini bir toplumsal tabana dayandırmak isteyen hiçbir akım kendini onun baştan çıkarıcı etkisinden koruyamıyor. Oluşturulmuş gündemler, tanımlanmış düşman ve hedefler veya ilan edilmiş siyasi programlar bu yoldan ortalama seçmenin duyarlılıklarıyla buluşturuluyor. Ama bu durum işin bir boyutunu açıklıyor, cevap bekleyen bir başka soru daha var: Tüm bu süreçleri yukarıdan aşağıya yönlendiren kişilerin kendi motivasyonları nedir? Tabii onlara soracak olursak adalet ve milli iradenin tecellisi dışında bir gayeleri yoktur. Nitekim ilan ettikleri resmi düzenlemelerde, kamuya hitap eden açıklamalarında işin hep bu boyutu üzerine vurgu yaptıklarını görüyoruz. Fakat meselenin arka planındaki toplumsal ve siyasi gerçekler bize bambaşka bir hikâye anlatıyor.

Bu hikâyenin ana kurgusunu geçtiğimiz yüzyıl başlarında sosyal bilim düşüncesine çok farklı alanlarda katkı yapmış olan V. Pareto’un sosyolojisinden hareketle betimleyebiliriz. Pareto insanların eşit olmadığına ve olamayacağına yürekten inanmış biri olsa da uygarlığın geçmişine baktığında gördüğü yıkıntı karşısında hüzne kapılmaktan kendini alamaz. Hüznünü bastırmak için takındığı katı gerçekçi ifadenin arından görünen manzarayı şu sözcüklerle dile getirir: Tarih bir aristokratlar mezarlığıdır. Ona göre siyasal değişmenin devindirici gücü hep yönetime talip olan dar ve yüksek niteliklerle donanmış topluluklar arasındaki mücadele olmuştur. Tanınmış ve belli yetkiler kullanan yönetici elit ile nitelikli olmasına rağmen kabul görmemiş elitler arasındaki kavga tarihin açıklayıcı gücüdür. Yönetici elit zaman içinde gücünü kaybetmeye başladıkça diğer grup iki yoldan biriyle rakibinin yerini almaya başlar. Bunlardan ilki yönetici grubun içine sızmak, aşama aşama varolan yapıyı dönüştürmek yoludur ve nispeten barışçıl bir karakter taşır. İkincisiyse daha kanlıdır ve temelde bir şiddet yoludur. Çoğunlukla tek bir vuruşta gerçekleşen ani ve kesin bir dönüşümle olur ki tarihçiler buna devrim adını verirler. Birçok tarihçinin gözlemleyip betimlediği bu çevrimleri Pareto “elit döngüsü” şeklinde kavramlaştırmayı önerir. Eski bir elit sınıfın düşüşü ve yenisinin yükselişi aracılığıyla yoluna devam eden tarih 20. yüzyıla ulaştığında, Pareto’ya göre işçi sınıfı adına konuşan sendikacılar ve devrimciler yükselen elit olarak ön plana çıkmışlardı.

Bu tarih vizyonunun bütün söylediklerine katılmak mümkün değil. İlk olarak tarihin belli döngülerle hareket ettiği düşüncesi çok tartışmaya açık. Sonra bu dönüşümlerin kaçınılmazlığıyla ilgili kötümserlik de yaşanan tarih tarafından pek doğrulanmamış gibi görünüyor. Bizzat Pareto’nun sendikalizmle ilgili öngörüleri dahi bugün gerçekleşmemiş gibi görünüyor. Bunların yanında benim bazı kişisel itirazlarım da var. Hep insanların eşit olduğunu kabul eden düşünürleri rehber olarak almayı seçmiş biri olarak, tarihin küçük ama etkili gruplar arasındaki ilişkilerce belirlendiği görüşünün doğru olmadığına inanıyorum. Fakat şu da bir gerçek: Aktardığım bakış açısı bize günümüz siyasetini gerçek aktörlerinin dünyayı yorumlamak ve değiştirmek için kullandıkları terimlerle anlamamızı mümkün kılacak bir pencere aralıyor. Meseleye bu pencereden bakınca hiç değilse “elit” olma iddiasındakiler ile onlara karşı mücadele ettiğini söyleyenlerin zihniyeti hakkında bir görüş açısı kazanabileceğimizi düşünüyorum.

Böyle bakınca fark ettiğimiz ilk önemli konu şudur ki elitizm bir söylem olarak halkın bir sorunu olmaktan çok bir elit grup oluşturma gayesindeki insanların tartışmaya açtığı bir meseledir. Bu görüşün bizzat AKP’nin tarihsel evrimince doğrulandığını, AKP’nin Pareto tipi bir siyasal hareket olarak anlaşılmaya müsait olduğunu söylemek yanlış olmaz. Başta eleştirdiği her şeyin bugünkü faili konumunda olan bugünkü iktidarın temelde bir “yerine geçme” hareketi olduğu ve asıl motivasyonunun bu arzu tarafından koşullandırıldığını gösterecek birçok örnek arasından sadece birini burada belirtmenin yeterli olacağına inanıyorum. AKP’li bürokratlar değişik kurumlardan birkaç maaş alma, gelir veya statü artışı gibi konularda eleştirildiklerinde kendini şu gibi sözcüklerle savunuyorlar: “Devlet büyüklerini sorgulamayın”. Daha da öteye gidildiğinde varılan son yerse şu mealde bir cümlede toparlanabilir: “Beyaz Türkler bize böyle seçkin bir hayat sürdürmeyi yakıştıramıyor.” Doğrusu bu iki uç arasında salınan siyasi tepkilerin ardındaki anlam, en başından beri anti-elitizm adına yürütülen tasfiyelerin geldiğimiz yerde nasıl bir Türkiye yaratmış olduğunu çok iyi bir şekilde özetliyor.

Kanımca bundan çok daha önemli olan ikinci bir noktaysa şudur: Asla halk adına konuşan biri ile halkın kendisinin konuşmasını birbirine karıştırmamak gerekir. Zaten elit, tanım gereği başkaları üzerinden konuşan, onlar üzerinden yetki talep eden kişidir. Günümüzün otoriter ve anti demokratik hareketlerinin tipik bir davranış biçimini bu “adına konuşma” edimi oluşturur. Esasen anti-elitizm bir siyasi tutum halini aldığında egemen konumdaki yönetici sınıfla mücadele eden grubun silahı olmanın ötesine geçemez. Üstelik bu söylem sıklıkla Yahudi düşmanlığı, gayri-Müslim karşıtlığı veya ırkçılıkla bir arada popülerlik kazanır. Bugün okulunu koruyan öğrenci veya akademisyenle, işini yapan ve emeğiyle geçinen doktor, mühendis veya hukukçuyla sözümona “elit” diye mücadele etmenin gerisindeki asıl gerekçe böylece net bir şekilde açığa çıkıyor. Anti-elitizm anlamlı bir şekilde sadece bir başka elit pozisyondan savunulabilir veya ileri sürülebilir. Elitizm karşıtlığının gizli cazibesi bu temel arzunun gerçekleştirilmesine olanak tanımasından ileri gelir. Ömrünü elitlerle savaşmaya ayırdığını söyleyen, başkalarını elitizmle suçlayan kişinin öncelikle bu gerçekle hesaplaşması gerekir.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.