Antik toplumların tarım sosyolojisi
Weber’in bu eserde derdi uygarlıkların ortaya çıkışını ve çözülüşünü devlet yöneticilerinin kararlarıyla değil, iktisadi-toplumsal yapıların gelişimi, sınırlılıkları ve dönüşümleriyle açıklamaktır.
Özgür Balkılıç - Gamze Karaca*
Fol Kitap, Weber’in ‘Antik Toplumların Tarım Sosyolojisi’ni çevirmemizi önerdiğinde yüz yılın hastalığı olan endişenin ama aynı zamanda kesif bir heyecanın bizi sardığını itiraf etmemiz lazım. Heyecanlanmamak mümkün müydü? Geçtiğimiz yaklaşık iki yüzyılın devlet teorisinden, toplumsal sınıflara kadar önde gelen birçok tartışmasında alan açmış, yol göstermiş bir yazardan, Max Weber’den bahsediyoruz. Dahası dilimize daha önce hiç kazandırılmamış bir eserinden… Endişe de bir o kadar doğaldı, zira bu teklifin yapıldığı andan itibaren bilincimiz altıyla üstüyle bizi, şu tek cümlelik, basit ama ezici soruyla karşı karşıya bıraktı kaçınılmaz olarak: Yapabilecek miydik? Hadi biraz daha “sofistike” hale getirelim soruyu: Bu zor görevin altından hakkıyla kalkabilecek miydik? Endişemizin kitabı ilk incelememizle bir nebze olsun yatıştığını ve hatta heyecanın bu duyguya galebe çaldığını belirtmeliyiz. Zira Weber’i ve bu kitaptaki düşünsel ağırlığını dilimize kazandırmak her ne kadar halen korkutucu olsa da kadim uygarlıklara Weber gözüyle bakmanın ne denli heyecan verici olabileceğini keşfetmiştik. Gerçekten de sonradan fark ettiğimiz üzere, böylesi bir eserin Türkiye’deki okuyucuyla buluşmasına aracılık ediyor olmanın keyfi olumsuz duyguların ve çevirinin zorluğunun verdiği bunalımın üstesinden gelebilmemizi sağladı.
SOSYOLOJİNİN NESNESİ VE YÖNTEMİ
Kitabın taşıdığı önemi kavramada göz önünde bulundurulması gereken hususlardan biri, kuşkusuz sosyolojinin kendi nesnesine ve yöntemine sahip bir bilim statüsü kazanması sürecinde kurucu figürlerden biri olarak kabul edilen Weber’in sosyolojik düşünceye katkısıdır. Kabaca 20. yüzyılın başlarına denk geldiğini söyleyebileceğimiz bu süreçte alana hakim olan iki temel yaklaşım söz konusuydu: Bunlardan ilki, her ne kadar nesneleri itibariyle ayrılsalar da sosyal bilimlerin doğa bilimleriyle metodolojik bir uyum içinde olması gerektiğini savunan ve sosyal olguları sebep oldukları etkiler aracılığıyla dışsal bir incelemeye tabi tutan ‘pozitivist’ yaklaşımdı. Diğeri, en belirgin ifadesini Alman tarihselciliğinde bulan ve doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin nesneleri gereği birbiriyle bağdaşmaz bir epistemik ayrılık etrafında örüldüğüne dikkat çeken, ekoldü.
Weber’in yorumlayıcı sosyolojisi, esasında ‘sosyal’ olanın bilinebilirliğini sorunsallaştıran ve bu anlamda günümüzde bile tam anlamıyla çözülebildiğini iddia edemeyeceğimiz ihtilafta üçüncü bir yolun imkanına işaret etmesi bakımından heyecan vericidir. Weber’in sosyolojinin nesnesi ve yöntemine dair geliştirdiği bu yaklaşımı doğrudan konu ettiği metodolojik yazıları ve bunları uygulamaya koyduğu ‘Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’ her ne kadar elimizdeki kitabın yazım tarihinden sonraki döneme denk gelse de oldukça kısa bir özetini sunmaya çalıştığımız temel prensipler, ‘Antik Toplumların Tarım Sosyolojisi’nde de kendini hissettirmektedir. Örneğin Weber, farklı uygarlıkları ve tarihsel süreçleri ele alırken içerikleri sabitlenmiş kavramları doğrudan kabullenmez ya da formel ayrımlara riayet etmez. Bir kavramı kullanırken önce onun halihazırda neyi işaret etmek için kullanıldığını belirler, ardından bu kavram yapısal ve ekonomik faktörler baz alınarak farklı şekilde içeriklendirildiğinde kavramın nasıl farklı bir işlev ve açıklayıcılık kazandığını tartışır.
KURAMSAL VE METODOLOJİK KÖKENLERİ HATIRLAMAK
Sözgelimi kapitalizmin Antikçağın tümünde, özellikle de ‘altın çağları’ olarak nitelendirdiğimiz dönemlerinde hüküm sürmüş olduğuna dair iddiası, böyle bir yaklaşımın ürünüdür. Bu iddianın nasıl bir doğruluk değeri taşıdığı elbette burada tartışmaya açamayacağımız kadar yüklü bir konudur; ancak bu ve benzeri muhakemelerin sıklıkla karşımıza çıktığı söz konusu kitabın, cevaplar vermede olduğu kadar soruları gündeme getirmekte de maharetli olduğu kanaatindeyiz. Buradan hareketle bilhassa sosyal bilim formasyonuna sahip okuyucunun, sunulan yoğun içerikten bir ölçüde sıyrılıp Weber’in neyi nasıl yaptığına dikkat ettiği takdirde, gittikçe mekanikleşen araştırma pratiklerinin ötesinde alanın kuramsal ve metodolojik kökenlerini hatırlayıp bunların tarihsel bir analizde nasıl işe koşulabileceğini, tanıklık edeceğini ve bu yolculuktan çıkarken entelektüel ufkunun hatırı sayılır şekilde genişleyeceğini düşünüyoruz.
İKTİSADİ-TOPLUMSAL YAPILARIN GELİŞİMİ
Ama Weber’in kendi çalışmaları ve ‘Antik Toplumların Tarım Sosyolojisi’yle yaptığı müdahale, sosyal bilimlerin o güne kadar doğal bilimlerine özgü olduğu düşünülen tarihsel ve toplumsal olguları nedensel mekanizmalarla yorumlama ve açıklamaya muktedir olduğunu göstermesinden ibaret de değildi. Weber, çalışmalarıyla aynı zamanda sosyal bilimlerde, bizatihi tarih ve sosyoloji disiplinleri arasındaki ayrışmaya da müdahale etmişti. Zira özellikle 18. ve 19. yüzyılla birlikte tarihin, ulusların kendi özgül gelişimlerini açıklamaya indirgeyen, sadece anlatıya dayalı bir disiplin haline getirilmesine karşın, evrensel soyutlamaların farklı coğrafyalar ve dönemlerdeki gelişmeleri açıklamak için kullanılabileceğini ve hatta bunun elzem olduğunu bize ilk gösteren eserlerden birisiydi ‘Antik Toplumların Tarım Sosyolojisi.’ Bu anlamda da bilhassa 20. yüzyılın ikinci yarısında kuramsal ve ampirik çalışmalarla daha sağlam bir zemine oturan, salt anlatı temelli tarihsel çalışmalarını reddeden, problem-merkezli, karşılaştırmalara ve böylece evrensel tarihsel süreçler içerisindeki farklılıkları bulmaya çalışan tarihsel sosyoloji disiplinine giden yolu döşeyen figürlerden birisi olarak da rahatlıkla görülebilir. Hülasa, kitabı eline alan okuyucu kolayca fark edecektir, Weber’in bu eserde asıl derdi uygarlıkların ortaya çıkışını ve çözülüşünü o güne kadar çoğu tarihçinin yaptığı gibi devlet yöneticilerinin kararlarıyla değil, iktisadi-toplumsal yapıların gelişimi, sınırlılıkları ve dönüşümleriyle açıklamaktır.
Ne var ki kitabın yoğun içeriğinin yer yer zorlayıcı bir nitelik taşıdığını söylemek gerekir. Özellikle de akademik araştırma ve yazının, sınırları daha mütevazi bir şekilde çizilen özelleşmiş sorulara yönelmesinin bir norm haline geldiği günümüzde, farklı uygarlıkların siyasi, ekonomik ve kültürel yapılarını ve bu yapıların geçirdiği dönüşümleri üç bin yıllık bir tarihsel süreç içinde analiz etme çabası, yalnızca alana kısmi bir aşinalığa sahip okuyucunun değil, sosyal bilimcinin de tahayyüllerini zorlayacak kadar hayranlık uyandırıcıdır. Bu zorluğu çeviri sürecinde de fazlasıyla yaşadık. Metni anlaşılabilir kılma gayemiz, çoğu zaman kullanılan terim ve kavramları özgül bağlamlarından koparmama gayretiyle karşı karşıya gelip bizi seçim yapmaya zorladı. Usta bir çevirmen kimliğinin yanında 19. ve 20. yüzyıl Türkiye tarihinde de çalışkan bir akademisyen olan Çağdaş Sümer gibi isimlere sıklıkla danışıp bu kişilerin önerilerini dikkate alarak Türkçede doğrudan bir karşılığa sahip olmayan terim ve kavramları çoğunlukla olduğu gibi bıraktık. Bu, her ne kadar okuyucunun işini belli bir düzlemde zorlaştıracaksa da sunulan analizin inceliklerini ve işaret ettiği ayrımları ortaya çıkarmanın tek yoluydu. Çeviriyi iki kişinin üstlenmesi ise, sunduğu tartışma ortamı nedeniyle yaptığımız işi bizim için bir dayanışma pratiğine ve öğrenme sürecine dönüştürdü. Hem okuduğumuz materyalle kurduğumuz ilişki hem de çeviri sürecinde birbirimizin ifade biçimlerine ve dil hassasiyetine ettiğimiz tanıklık, ortaya koyduğumuz işin doyuruculuğunu pekiştiren etmenler oldu. Okuyucunun da kitapla kurduğu ilişki ve deneyimde benzer bir doyuma ulaşmasına katkı sağlamış olmayı temenni ediyoruz.