Arap sermayesi ve ‘stratejik derinlik’
ABD hizasında Arap sermayesinin cazibesi ile neo-Osmanlıcı ‘stratejik derinlik’ arasında salınan dış siyaset alanında ortaya çıkan doktrin açığı ya da doktriner boşluk, göründüğünden çok daha derin sorunların habercisi olabilir.
Ortadoğu’da yeni bir dost ülke var: Birleşik Arap Emirlikleri (BAE). Cumhurbaşkanı Erdoğan, sevgililer gününe denk gelen Dubai ziyaretiyle yakın geçmişteki baş düşmanıyla ilişkilerin değiştiğini ülke ve dünya kamuoyuna gösterdi. Bu ziyaret, en başta bir ekonomik aciliyet durumuna çözüm üretme umudu taşıyor. Türkiye ekonomisine enjekte edilecek BAE fonları, içine düşülmüş olan darboğazı aşmayı sağlayabilir.
Kısa bir süre için de olsa yakın geçmişteki yakın müttefiki Sedat Peker’le aynı coğrafyayı paylaşıyor olmak Türkiye devlet başkanı için tuhaf bir his olsa gerek. Ziyaretin hemen öncesinde Abu Dabi’de bazı kaynaklara göre Peker’in bazılarına göre ise misafirlerinin kaldığı ifade edilen bir otelde gerçekleşen patlama soru işaretleri yarattı. Peker konusunda BAE otoriteleri ile ne gibi görüşmeler yapıldığı bilinmemekle birlikte hiç konu olmadığı iddiası inandırıcı olmayacaktır. Sonuçlar, yakın zamanda belirginleşir.
Ekonomik anlamda Erdoğan’ın başat kaygısının Kanal İstanbul projesine finansman bulmak olduğu biliniyor. Projenin İstanbul Büyükşehir Belediyesi üzerinden planlandığı, ama yerel seçimlerde İstanbul’un kaybedilmesi sonucunda başka kaynaklara yönelme gereğinin ortaya çıktığı anlaşılıyor. Ayrıca, İzmir Alsancak Limanı ve Kalamış Marina yenileme projelerine BAE yatırımı ilk beklentiler arasında. BAE ordusu, Bayraktar şirketinin ürettiği İHA ve SİHA’ların müşterisi. Bunlar ve benzeri yatırım ve dış ticaret adımlarıyla ekonomiye nefes aldırmanın amaçlandığı anlaşılıyor.
Bu göz kamaştırıcı ekonomi vitrininin ardında daha kapsamlı, Türkiye-BAE ilişkileriyle sınırlı olmayan bir stratejik manevra bulunuyor. ABD’de birinci yılını dolduran Biden yönetiminin Ortadoğu’daki müttefik ülkelere yaptığı birleşme çağrısının bulduğu karşılıklardan biri. Geçen yılın başında, Suudi Arabistan, Bahrain, Mısır ve BAE, Katar’a uyguladıkları dört yıllık ablukayı sonlandırmışlardı. Buna karşılık Katar, Müslüman Kardeşler’i (İhvan) desteklemeyeceği taahhüdünde bulundu. Bu durumda Erdoğan yönetimi, İhvan’ın bölgesel ve küresel ölçekte tek hamisi durumunda kalıyordu. Kısa süre içinde Ankara’dan da bu konuda belli taahhütlerde bulunulduğu anlaşılıyor. Arap Baharı ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da atılım yapan İhvan, bir kez daha uzun bir süre kendi yağıyla kavrulmak üzere yeraltına çekilmek zorunda.
İhvan’a desteği kesme sözü, Mısır ve Suudi Arabistan’la da ilişkileri düzeltme sonucunu getirecektir. Nitekim Libya ve Doğu Akdeniz’de Türkiye kaynaklı gerilimde tansiyonun düşmeye başladığı şimdiden hissediliyor. Suriye iç savaşında olabilecek gelişmelerde ise artık başka aktörler, özellikle de ABD-Rusya ilişkilerinin seyri etkili olacaktır. Türkiye açısından yakın geçmişteki hasımları BAE, Mısır ve Suudi Arabistan’la yumuşama, ekonomik getirileri yanında ABD’nin dayattığı çizgide hizaya gelme zorunluluğundan kaynaklanıyor. Bu hizanın bir ucunda da İsrail duruyor.
BAE, İsrail ve ABD yönetimleri arasında 13 Ağustos 2020’de ilan edilen ‘İbrahim Anlaşması’, İsrail’le bir körfez ülkesi arasında kurulan ilk resmi diplomatik yakınlaşma anlamına geliyordu. Ortadoğu’nun birçok ülkesi, İsrail devletini tanımıyor ve ilişki kurmayı reddediyor; İsrail’in tanınması, Filistin davasına ihanet olarak algılanıyor. Bu esnada Türkiye ile İsrail arasında diplomatik ve ekonomik ilişkiler hiç de düşük seviyede olmamasına rağmen İbrahim Anlaşması Erdoğan yönetimi tarafından şiddetle kınanmış, iktidar yanlısı medya tarafından da lanetlenmişti. Şimdi bu retorikte de bir revizyona gidilmek zorunda çünkü son BAE ziyareti sırasında, İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’un Ankara’ya yapacağı resmi ziyaretin tarihi de 9 Mart olarak netleşti.
Biden’ın çağrısına cevaben ortaya çıkan ABD’nin Ortadoğu müttefikleri cephesi, kendisini ‘İran tehdidi’ne karşı hizaya getiriyor. İran ve Türkiye, uzun süredir iki bölgesel güç olarak kısmi bir rekabet içinde olmanın ötesinde bir sorun yaşamış değil ama Türkiye’nin özellikle İsrail ve selefi Körfez rejimleri gibi yeni stratejik müttefikleri sayesinde bu ilişkilerde bir miktar bozulma ufukta görünüyor.
Sonuçta, Erdoğan yönetiminin Ortadoğu’ya yönelik yaptığı manevra, olası kayıplarından çok ekonomik ve siyasal kazanç vaatleri taşıyor. Bu çerçevede akıllara gelecek birinci soru, Erdoğan yönetiminin böyle bir dönüşün gerektirdiği zihniyet değişimini gerçekleştirmeye ne derecede muktedir olduğu. Ahmet Davutoğlu’nun Arap Baharı arifesinde dışişleri yönetimine gelmesinden itibaren ‘stratejik derinlik’ adı altında yürürlüğe konulan neo-Osmanlıcı doktrin, son aylarda gerçekleşen manevralarla uyuşmazlık gösteriyor. Pragmatik bir siyasetçi olan Erdoğan için sorun teşkil etmiyor olsa da bu dönüşlerin Dışişleri ve Genelkurmay başta olmak üzere asker-sivil bürokrasinin kadrolarıyla birlikte icra edilmesi gerekiyor. Bu anlamda doktriner bir revizyon ya da yeni bir doktrin ihtiyacının ortaya çıktığı söylenebilir.
Bu doktriner/ideolojik değişimi gerçekleştirmek için Erdoğan iktidarının fazlasıyla yıpranmış ve eskimiş olduğu gözlemi, dikkatleri iktidar hazırlığı içinde olan muhalefet bloğu üzerine çevirecektir. Erdoğan’ın BAE ziyareti ile altı muhalefet partisi liderinin bir araya gelişleri aynı günlerde gerçekleşti. Daha çok HDP’yi dışlaması ile dikkati çeken muhalefet zirvesinin iç siyasal yapının restorasyon ve tadilatı üzerinde yoğunlaştığı görülüyor. Genel olarak dış siyaset üzerine ve ortaya çıkan doktriner revizyon ihtiyacı hakkında belirtilen bir görüşe rastlanmıyor. Bunun ‘müesses nizam’ çerçevesinde dış meselelerde ‘milli birlik ve beraberlik’ anlayışından kaynaklandığı düşünülebilir. Ama o blok içinde dış siyaset üzerine en yetkin figür olarak Davutoğlu’nun Erdoğan yönetimine getirebileceği eleştirinin ‘stratejik derinlik’ doktrinine dönüş çağrısı ötesinde bir önerme içermesini beklemek de hayalcilik olacaktır.
ABD hizasında Arap sermayesinin cazibesi ile neo-Osmanlıcı ‘stratejik derinlik’ arasında salınan dış siyaset alanında ortaya çıkan doktrin açığı ya da doktriner boşluk, göründüğünden çok daha derin sorunların habercisi olabilir.