Ararat’ın öte yanı
Hem Türkiyelilere, Ermenistan’ın insanını, şehirlerini, köylerini, kültürünü, sanatını, alışkanlıklarını, dertlerini, zevklerini ve tabii ki yemeklerini anlatmak, hem de 25 yıldır zaman bulamadığım ama hiç vazgeçmediğim bu “yazma hayalini” gerçekleştirmek istiyorum.
1996 yazıydı. İlk kez Ermenistan’ı ziyaret edecektim o yıl, İstanbul’da bir Ermeni okulunda ortaokul öğrencisiydim. Ailem bu ziyaret ile ilgili “çok patırtı” yapmamamı söylemişti. “Ne gerek var canım şimdi herkes duysun, gitsin görsün çok konu etmesin.” denilmişti.
Öyle de oldu. “Çok konu etmedim” gibi yaptım, ama aslında o yılın, o dönemin belki de farkında olmadan gelecek mesleğimin merkezine koydum o geziyi, gitmeden de çok hazırlandım. İnternetin olmadığı yıllarda böyle bir hazırlık için çok zaman ve emek gerekiyordu.
Çok sevdiğim Türkçe öğretmenimle de paylaştım bu “gizli gezi” planlarını. Yazmayı sevdiğimi bilen, beni hep yüreklendiren öğretmenim çok sevindi ve hemen, hiç düşünmeden ekledi. “Her gece yatmadan yaz gördüklerini, o gün olanları toparlamadan uyuma, çok kıymetli olacak o notlar sonra bak gör...”
Bugün hâlâ yazmayı en sevdiğim dil Türkçe ise bunda hocamın payı da emeği de çok büyük. Ama olmadı işte, yazmadım, yazamadım...
Sovyetlerin dağılmasının ardından, ayakları üzerinde durmaya çabalayan bu ülke ilk andan itibaren çok ilgimi çekti; okuduğum, kafamda canlandırdığım, özendiğim bir sistemin yıkıntısı üzerinde yükselen bir bağımsızlık...
Yıkılmadan önceki dönemi, sorunları ve etkilerini anlayabilmek için sınırsız sayıda materyal dolu bir günlük hayat ve Türkiyeli bir Ermeni için sokakta yüksek sesle konuşmaya çekinilen anadili ile çınlayan sokaklar, duvarlarda asılan Ermenice tabelalar, kitaplar, tiyatro oyunları, konserler, operalar...
Unutamayacağım bir yaz tatili olmuştu. Dönüşte gördüğüm yerleri, tanıştığım insanları, duygularımı, düşüncelerimi, şaşkınlıklarımı günü gününe yazmadığıma pişman olmuştum. Sömestr tatilinde yazarım diye düşündüm.
O sömestr tatili hiç gelmedi. Yıllar süresince sayısız kez gidip geldim, belirli bir süre sonra artık Yerevan’da paralel bir hayatım olduğunu, bu şehrin vazgeçemeyeceğim bir parçam olduğunu anladım.
Dönem dönem, Ermenistan’ı ve Yerevan’ı geç de olsa yazma, anlatma hedefi koydum kendime. Özellikle bir haftalık Ermenistan tatilinden sonra kalın kitaplar yazanları görünce! Ama yine olmadı, yoğundu hayat, gitmeler, gelmeler, hedefler, planlar, sıra bir türlü gelmiyordu.
İlk Ermenistan ziyaretimin üzerinden 25 yıl geçmiş. Ermenistan değişti, Türkiye değişti, her şey değişti ama belki de Türkiye’den Ermenistan’a bakış, çok ufak “sapmaları” hesaba katmazsak hiç değişmedi.
Ermenistan, yabancı parlamentolar Ermeni Soykırımı’nı kabul edince, Türkiyeli yetkililer bu gelişmelere kızıp “Kaçak Ermenistanlıları fakir Ermenistan’a göndeririz o zaman!” deyince, ya da geçen yılki kanlı Karabağ savaşın ortasında, en çok ateşkes çağrısına ihtiyaç duyulan günlerde “Bir füze de Erivan’ın merkezine düşmeli!” cümleleri ile nefreti harlayan gazeteci müsveddeleri ile gündeme geldi.
Oysa Yerevan, Türkiye’nin doğusunda olsa da görece Batılı bir şehir. Dev meydanları, geniş bulvarlar, nizami ve bol ağaçlı ana caddeleri ve minik, şirin ara sokakları var.
Merkezindeki ihtişamlı Opera binası, irili ufaklı konser salonları, üniversite binaları, sokak kafeleri, restoranları, barları, pubları, ışıklı şık ünlü markaların mağazalara inat önlerinde sokak müziği yapan gençleri ile renkli bir şehir Yerevan.
Gönlüne göre giyinen kadınları, yaramaz çocukları, erkekliklerine zeval gelmesin diye -20 derece soğukta bile şapka takmayan erkekleri ile tanınmayı hak eden bir şehir, en önemlisi Türkiyemizin komşusu Yerevan.
Görseniz, gezseniz, bir taksici ya da bir sokak satıcısı ile muhabbet etseniz, kendinizi hiç yabancı hissetmeyeceğiniz, merkezine füze düşmesini hiç ama hiç istemeyeceğiniz, tanıdık ve bence eve dönünce özleyeceğiniz bir şehir Yerevan.
Tarihi Cumhuriyet Meydanı, neredeyse her sokakta görebileceğiniz dev heykelleri, geniş parkları, müzeleri, sanat galerileri, bohem el işleri pazarları, yağlıboya resimlerin satıldığı açık hava sanat pazarı ile yaşanılası bir şehir Yerevan.
Sadece Türkiye-Ermenistan arasındaki politik sorunlar ve olası “normalleşme” planları ile gündeme gelen bu ülkeyi, yani diğer bir deyişle Ararat’ın Öte Yanı’nı anlatmaya talibim kısaca.
Hem Türkiyelilere, Ermenistan’ın insanını, şehirlerini, köylerini, kültürünü, sanatını, alışkanlıklarını, dertlerini, zevklerini ve tabii ki yemeklerini anlatmak, hem de 25 yıldır zaman bulamadığım ama hiç vazgeçmediğim bu “yazma hayalini” gerçekleştirmek istiyorum.
Temasın hep iyileştirdiğine inandım; insanları da toplumları da. Tanışmadan, konuşmadan, yan yana gelmeden birbirinin ne acısını ne derdini ne de hayalini anlıyor insan. Okuyarak bilmek de bir temas, bir seyahat ve başlı başına bir tanışma aslında.
Yanlış anlaşılmasın, “sevgi kelebekliği” ya da “diyalog periliği” yapmak değil niyetim, sadece gördüklerimi hatta sizin merak ettiklerinizi anlatmak; biraz sizinle, biraz da kendimle sohbet etmek, kâğıda düşürmeye 25 yıl geciktiğim notları can vermek...
Umarım becerebilirim.
Bana Gazete Duvar'da bu şansı veren ve yüreklendiren Ali Topuz’a teşekkür ederim.
Haftaya görüşmek üzere.
***
Kapak fotoğrafı: By Սէրուժ Ուրիշեան (Serouj Ourishian) - Self-photographed, CC BY-SA 3.0, https://commons.wikimedia.org/w/index.php?curid=22100985