Arjantin’de seçim şoku: ‘El loco’ es el presidente
Arjantin’de Peronist devleti ve sosyal hakları hedef bellemiş irrasyonel bir delinin elindeki testereye indirgenmiş olması oldukça kaygı verici. Milei, siyasal mimarinin karmaşık kurumsal yapısı nedeniyle parlamentoda azınlık konumunda. Bu nedenle söz verdiği radikal yıkımı gerçekleştirmesinin mümkün olmayacağı değerlendiriliyor.
Arjantin’in yeni devlet başkanı Javier Milei’nin seçim sloganı, daha doğru deyişle savaş narası şuydu: “İki evinize de veba”. Bu deyim kökeninde, William Shakespeare’in Romeo ve Juliet’te iki aile arasındaki husumet sonucu ölmekte olan bir karaktere son nefesinde okuttuğu bir ilenç cümlesidir. “Taraf tutmayacağım; ikiniz de hatalısınız ve bununla benim hiçbir ilgim olmayacak" anlamına gelir.
Lanet okunan ‘iki ev’den birincisi Arjantin’in geleneksel oligarşisini temsil eden merkez-sağ koalisyon, eski İçişleri Bakanı Patricia Bullrich’i aday göstermişti. İkinci evin, yani geleneksel oligarşi karşısında 1940’lı yıllardan beri ‘ortanın solu’ mücadeleyi ve iktidarı temsil eden Peronizmin adayıysa Ekonomi Bakanı Sergio Massa’ydı. Arjantin’in son 70 yılı, asıl olarak bu iki blok arasında mücadele içinde ve çoğunlukla da sol, orta ve sağ kanatlarıyla Peronizmin ekonomik, siyasal ve ideolojik hegemonyası altında geçti.
Arjantin, 19. yüzyılın başlarında bağımsızlığını ilan etmiş bir ülke. Bağımsızlık, İspanyol krallığına karşı savaşarak kazanılmış olsa da kökeni İspanyol yerleşimciler olan büyük çiftlik sahiplerinin önderliğinde gerçekleşti. Bu geleneksel oligarşi, toprak mülkiyeti başta olmak üzere ülkenin ekonomik kaynaklarının mülkiyetini elinde bulundurmayı iki yüz yıldır sürdürüyor. Egemen sınıfların siyaset sahnesinde temsili sağ muhafazakar partilerle gerçekleşiyor. Bağımsız Arjantin, 1913 yılı itibarıyla dünyanın en müreffeh 10 ekonomisi arasındaydı; 1930’lu yıllara kadar üretim ve kaynaklar açısından Kanada ve Avustralya ekonomilerini geride bırakıyordu. 20. yüzyılda başlayan sanayileşme, geleneksel köylülüğün yanında kentlerde büyük bir işçi sınıfının oluşması sonucunu getirdi. Emek hareketleri, hak arayışı, sendikalaşma ve sosyalizm 1. Dünya Savaşı’nın son yıllarından itibaren Arjantin toplumunu modern sınıf mücadelelerinin sahnesi yaptı. Modernleşmekte olan geleneksel elitin sağ muhafazakâr iktidarları, artan emek örgütlülüğü, çoğalan grevler ve yükselen kitlesel protesto eylemleri karşısında, şiddete ve baskıcı tedbirlere yöneldiler. Ama bu polisiye saldırılar, sınıf mücadelesinin baskılanması yerine daha da keskinleşmesi ve büyümesi sonucunu getirecekti. İşte Juan Peron, bu koşullarda ortaya çıktı. 1943 yılında, dönemin askeri yönetim kabinesinde çalışma bakanı olarak siyaset sahnesinde beliren Peron, Adaletçi Parti’yi kurdu; işçi sendikaları, sosyalistler ve emekçi kitlelerin oylarıyla 1946 seçimlerini kazandı. Ülkenin tarihinde ilk kez geleneksel oligarşi ya da sağ muhafazakar akım içinden olmayan bir isim Arjantin başkanı olmuştu. O andan itibaren de Peronizm, Arjantin ulusal kimliğine damgasını vurdu. Devlet kurumları ve aygıtlarıyla iç içe bir resmi ideoloji olmanın yanında ve ötesinde toplumun ekonomik, hukuki ve kültürel mimarisi ve ideolojik evreni Peronizm harcıyla inşa edildi.
PERON’UN HAYALETLERİ
Peronizm ve Kemalizm ulusal kimlik inşası bakımından benzer akımlar. Yükselen emek hareketini massedip sisteme entegre etme anlamında da 1970’li yılların Ecevitçi Kemalizmiyle paralellikler taşıyor. Kendisi de çalışma bakanı olarak siyasete atılmış olan Bülent Ecevit’in söylemi ve siyasal pratiği, Juan Peron’un 1940’lı yıllardan itibaren Arjantin’de yaptıklarının 1970’lerin Türkiye koşullarında adeta birebir tekrarı. (Eva Peron ya da İsabel Peron’un siyasal rolleri de kısmen de olsa Rahşan hanım tarafından tekrarlanmıştı.)
Juan Peron egemen sınıflarla emekçi sınıflar arasında çatışma yerine uyumu sağlayacak bir formül aradı ve sonuçta Arjantin’i bir quasi - sosyal devlet olarak yeniden kurmayı başardı. Sosyalist sol, Peronizmi korporatist, kapitalist hatta faşist olmakla eleştirirken, muhafazakar sağdan komünist, devletçi ve bürokratik olmak suçlamaları geldi. Devletçilik ve bürokratizm eleştirilerini, Arjantinli liberaller de paylaştı. Ama Peronizm, bu adlandırmalardan hiçbiriyle tek başına tanımlanamıyor: Bunların hiçbiri ama aynı zamanda da hepsi birden. Bu nedenle, 1940’lı yıllardan 2023’e kadar sağ peronizm, sol peronizm hatta peronist sosyalizm gibi akımlar birbirini takip etti ve çoğu zaman ülkeyi yönetti.
Arjantin, son yıllarda tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birini de yine Peronist bir yönetim altında yaşadı. Tarım, sanayi üretimi ve doğal kaynaklarıyla güçlü bir ekonomi olmakla birlikte ekonomik buhranları da hiç eksik olmayan bir ülke Arjantin. Günümüzde, yüzde 140 enflasyonla dünya dördüncüsü. Türkiye beşinci sırada; dünya çapında ekonomist Erdoğan’ın dokunuşları bile yakalamaya yetmiyor. İlk üçte yer alan Venezuela, Zimbabwe ve Sudan’daki rejimlerin demir yumruğu olmadıkça bu düzeyde enflasyonun hükümet devirmesi kaçınılmazdı ve nitekim öyle oldu. Ama saç stili, sahne performansı ve yıkıcı dönüşüm programıyla Javier Milei, mevzunun artık bilindik bir hükümet değiş-tokuşundan çok daha fazlası olacağı iddiası taşıyor. Seçim zaferini takiben yaptığı ilk konuşmada bunun altını çizdi: "Artık yarım tedbirlere yer yok!”
ANARKO-KAPİTALİST TESTERE
Merkez bankasının kapatılması, Arjantin para biriminin tedavülden kaldırılması ve yerini ABD dolarına bırakması (dolarizasyon), birçok bakanlığın kaldırılarak devletin küçültülmesi ve enerji başta olmak üzere birçok sektörde tekel niteliği arz eden kamu iktisadi teşekküllerinin tasfiye edilerek özelleştirilmesi; başkan Milei’nin vaat ettiği “tam doz” ekonomi tedbirleri bunlar.
Başkan, bu ekonomik operasyonu bir dizi siyasal, kültürel ve ideolojik “özgürleşme” hamlesiyle birlikte vaat ediyor. Geleneksel siyasal elitlerin ve ‘sosyalist’ devletin ‘vesayet rejiminden’ kurtuluş, bu özgürleşmenin içeriğini oluşturuyor. Sosyal devlet, siyasi hırsızların halkı soyduğu, ceplerindeki paraya el koyduğu bir sistem olarak yeniden tanımlanıyor. "Sadece siyasi hırsızlara fayda sağlayan bu sistemi yağmalayanlara karşı sizi savunmaya geliyoruz: Özgürlük, özgürlük, özgürlük!" diye bağırarak partisi La Libertad Avanza (Özgürlükçü İlerleme) taraftarlarını coşturuyor. Sonuçta bu kadar gürültünün altından, işçi haklarını koruyan yasaların kaldırılması, bireysel silahlanma ‘hakkının’ yasalaşması, kürtaj yasağı gibi tuhaf özgürleşme maddeleri çıkıyor. Yoksulluğun çaresini organ satışını yasallaştırmakta görüyor. Dış politikada Brezilya ve Çin’le bağları kopararak ABD ve İsrail’le yakınlaşmak da ‘özgürleşme’ programı içinde yer alıyor.
Milei, kendini anarko-kapitalist olarak tanımlıyor ve başlıca ilham kaynakları olarak Ayn Rand ve Robert Nozick adlarını telaffuz ediyor. Ayn Rand Enstitüsü, bu konuda uzun bir online yayın yaptı ve Milei’ye destek ve empati sunmakla birlikte Ayn Rand’ın felsefi önermeleriyle ilgili ciddi yanlış anlamaların olduğunu vurgulamak durumunda kaldı. Nozick’in Anarşi, Devlet ve Ütopya’sını okumuş ve gönül vermiş olanlarsa muhtemelen panik içindedir. Deontolojik etik siyaset kuramının liberteryan eleştirisinin Arjantin’de Peronist devleti ve sosyal hakları hedef bellemiş irrasyonel bir delinin elindeki testereye indirgenmiş olması oldukça kaygı verici. Nitekim, Yunanistan eski maliye bakanı Yannis Varoufakis şöyle diyor: “Milei anarko-kapitalist değil. Robert Nozick öyleydi. … Dolarizasyon yoluyla enflasyonu düşürme vaadi ise Kovid-19’dan kurtulmak için bir ülkeye nükleer bomba atmaya benziyor.”
Röportajlarda, Hayek ve Locke gibi isimler Milton Friedman’ın yanına konuyor ama yeni Başkan biraz sorgulandığında, ezberindeki bu isimlerin fikirleri hakkında cümle kurmakta zorlandığı görülüyor. Bu tarzın, sabık bakan Nurettin Nebati’yi çağrıştırdığı söylenebilir ama Milei sahiden lisans düzeyinde ekonometri okumuş. Yıllarca bazı önemli şirketlerde danışmanlık yapmış; piyasa hareketlerini vb. yorumlamış. Aynı dönemde ve öncesinde, Tantra usulü seks konusunda genç çiftlere öğütler veren televizyon programları yaparken bir yandan da yerel bir müzik grubunda rock şarkıcısı olarak tanınmış. Bir röportajda, çocukken baba şiddetiyle örselendiğini ve şimdi bütün bir toplumun ‘sosyalist’ devlet tarafından dövülüyor olma imgesini o kök travma ile birleştirdiğini itiraf etmişti. Dönüp örneğin Türkiye’ye baktığımızda Milei, sağcı çakma entelektüel arketipin sınır-ötesi bir tezahürü olarak belirecektir.
Mick Jagger stiliyle dışa vuran bu ‘entelektüel’ özün barındırdığı felaket potansiyeli kaygı verici. Arjantin solunun önemli figürlerinden Juan Grabois, Milei’nin seçilmesini ‘Fareli Köyün Kavalcısı’ masalındaki duruma benzetiyor. Söz konusu olan bir kurtuluş umudundan çok bir toplu intihar eğilimi: “Milei’nin kazanacağını ve her şeyin düzeleceğini düşünmüyorlar. Her şeyin cehenneme gitmesini istiyorlar… Kaybedecekleri bir şey yok. ‘Uçurumlara sürükleneceğiz’ diye ne kadar haykırsanız kâr etmiyor. Çünkü zaten uçurumun içindeler; en dipte… bundan aşağısı yok.”
Birçok gözlemci, aynı günlerde Hollanda seçimlerini aşırı sağcı Geert Wilders’in kazanmasına işaret ederek yeni bir küresel sağ-popülist dalga ile karşı karşıya olduğumuz sonucuna varıyorlar. Sağ popülizm, Erdoğan’dan Modi’ye oradan İtalya’da Meloni, Macaristan’da Urban ve Rusya’da Putin ’e kadar otoriter versiyonlarıyla zaten dünyanın birçok önemli ülkesinde iktidarda bulunuyor. ‘Düşmüş’ popülistler, Donald Trump ve Jair Bolsonaro ise Milei’nin seçimini büyük coşkuyla karşılayarak onda kendi geri dönüşlerinin umudunu buldular. Trump şunları yazdı: “Bütün dünya izliyor! Sizle gurur duyuyorum. Ülkenizin (makus talihini) tersine çevirecek ve Arjantin'i gerçekten yeniden büyük yapacaksınız." Bolsonaro ise, "Güney Amerika'da umut bir kez daha parlıyor" diyerek Arjantin seçim sonuçlarını, "dürüstlük, ilerleme ve özgürlüğün" zaferi olarak kutladı.
Milei, temelde sosyal devlet politikalarını hedef alan bir sağ radikal olarak algılanıyor. Ama bilindiği üzere Arjantin’de bunu yapmaya çalışan güçlü bir muhafazakâr sağ tarih boyunca her zaman var oldu. Ve bu metnin başında vurgulandığı gibi yeni başkanın “her iki evinize de veba” narasındaki lanetleme, geleneksel sağa da yönelmiş durumda. İşte bu noktada, Türkiye siyasal tarihiyle bir başka paralelliğe başvurmaksızın anlaşılamayacak bir durum ortaya çıkıyor. Ve buradaki figür, hemen akla geldiği üzere Erdoğan değil Turgut Özal olacaktır.
YIKIM: ZOR ZENAAT
Turgut Özal, 1983’teki seçim zaferinden önce, 1980’de 24 Ocak Kararları’nın mimarı ve uygulayıcısı olarak zaten iktidara gelmiş bulunuyordu. Derin ekonomik kriz ve siyasi iç-savaş hali üzerine gelen 12 Eylül darbesi kabinesinde ‘başbakan yardımcısı’ olarak iktidarını sürdürdü. Darbe sonrasının ilk seçimlerinde başbakan seçildiğinde Özal’ın motorlu testereye ihtiyacı yoktu. İthal ikameci ekonomi politikaları tarihe karışmış, emek örgütleri ve sosyalist siyaset askeri rejim tarafından ezilmiş, toplumsal muhalefet dağıtılmıştı. Sosyal devlet savunmasız halde tasfiye edilmeyi beklemekteydi. Özal askeri rejime başkaldırıyormuş gibi yaparak seçim kazanmış olsa da, “12 Eylül öncesine dönmeyeceğiz” sloganını hep tekrarladı. Onun algısında 12 Eylül öncesi bir çeşit komünizmdi (bunu demiryollarıyla özdeşleştirmişti; karayollarının ise ‘tertemiz’ kapitalizm olduğuna inanırdı) ve şimdi kapitalizme geçme zamanı gelip çatmıştı. Bugün Milei’nin ağzından dökülen sözler 1980’li yılların başında Özal tarafından sarf edilimişti: “Ülkenin başına ne geldiyse yarım tedbirlerden geldi. Artık tam doz, sonuç alıcı tedbirlerin zamanı”. Tam tedbirler, müesses nizamla uyumlu Adalet Partisi’nin devamı olarak açılan Doğru Yol ve benzeri siyasal yapılarla mümkün değildi. Özal, “dört eğilimi” birleştiren ANAP’ı düzeni dışarıdan müdahalelerle dönüştürecek bir parti olarak tasarladı ve kurdu.
Sermayeden yana reformlar, devasa kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, emeği ve özlük haklarını güvence altına alan yasaların tırpanlanması, grev ve toplu sözleşme haklarının kısıtlanması gibi bir dizi şok tedbirle ekonomiyi yeniden-yapılandırma hamlesi başlattı. Ama bu bilindik Thatcherist (daha sonra neo-liberal) hamleler yanında Kürt meselesine barışçı bir çözümün ve cumhuriyet rejiminin katı sekülerizmini aşarak dindar kitleleri rahatlatmanın yollarını da araştırıyordu. Hatta (bu pek bilinmez) Ermeni soykırımını kabullenmekten ve Van’dan bir kısım toprak vererek kalıcı barış sağlamaktan da bahsediyordu. Bu ideolojik değişim çabası, ordu başta olmak üzere Kemalist müesses nizamın aygıtlarıyla çatışmayı kaçınılmaz kılıyordu. Özal da zaman zaman ‘El loco’ misali Kemalizmin delisi gibi davranmıyor değildi. Bir askeri birliği şortla denetlemesi, kuvvet komutanlarını görevden alıp yerlerine başka generalleri atamaya kalkışması gibi cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir sivil yöneticinin cüret edemeyeceği girişimlerde bulundu. Muhtemelen kendi ecelini böylece hazırlamış oldu. Onun çizdiği değişim rotası ve açtığı dönüştürücü kanalların en çok Erdoğan’ın on yıl sonra devralarak nihayetine ulaştırdığı Kemalizmin tam tasfiyesi ve vahşi kapitalizmin tam hakimiyeti hamlelerine zemin hazırladığı görülebilir.
Özal’la Milei arasındaki paralelliklerden önce Peronizmin güncel durumu ile Kemalizmin 1980’li yıllarda geldiği yer arasındaki paralelliğe işaret etmek gerekiyor. Otantik Kemalizm, bir ulus inşa projesiyle bir kişi mitinin iç içe olması itibarıyla Peronizmle benzeşiyor. Daha sonra 1950’lerin ‘demokratik muhalif’ CHP’si , 1960 Milli Birlik Komitesi, ardından ortaya çıkan Yön ‘felsefesi’, Ecevitçi ‘sosyalizm’ ve 12 Eylül’ün sağ Atatürkçülüğü: Bu varyantların her biri 1980’lere kadarki Kemalizmin farklı tezahürlerini oluşturuyor ve Peronizmin bugüne kadar sağ, sol, orta, liberal, otoriter, muhafazakar vb. formlar alma olgusuyla benzerlikler taşıyor. 1980’li yıllarda Kemalizmin durumu gibi Peronizm, modern Arjantin tarihi boyunca bütün potansiyellerini kullandı ve artık tüketti. Kalkınma kadar krizin de işçi hakları kadar sermaye saldırısının da faili olarak Peronizm beliriyor. Ve miadını doldurmuş bu – aslı itibarıyla ideolojik – evrene gereken ölüm öpücüğünü ne Peronistlerin ne de onların geleneksel sağ rakiplerinin vermesi mümkün olamazdı. Belli ki Arjantin toplumu epey bir zamandır o fatal dokunuşu bekliyor ve müesses nizamın dışından anarko-kapitalist bir barbarı, Peronizmin delisi Milei’yi, işte bu nedenle başa getirmiş olmalı.
Milei, Arjantin’in birçok eyaletinde yönetime gelen müttefikleriyle birlikte başkan seçildi ama siyasal mimarinin karmaşık kurumsal yapısı nedeniyle parlamentoda azınlık konumunda. Bu nedenle söz verdiği radikal yıkımı gerçekleştirmesinin mümkün olmayacağı değerlendiriliyor. Yasa geçirmekte zorlandığı koşullarda çareyi referandumlarla ilerlemekte ya da Erdoğan gibi otokratik kararnameler çıkarmakta bulabilir. Her iki yöntemin de demokratik yapılarda hasara yol açarak toplumsal ve siyasal huzursuzluğu tetiklemesi kaçınılmaz. Siyasal yorumcular, Milei’nin pragmatik kişiliğinin onu makul olana yani elindeki motorlu testereyi durdurup sakince yere bırakarak radikal yıkım yerine siyasal uzlaşmalarla reform çabası içine girmeye sevk edeceği kanısında.
Her halükârda işi zor. Dileyelim ki uzlaşma ve akıl galip gelsin. Bütün periferi halklarına örnek olacak bir dönüşüm yaşansın; bu hikâye, ne şahsen Özal’ın ne de Erdoğan rejiminin altında Türkiye toplumunun kaderine benzemeyen bir mutlu sonla noktalansın.