'Artık kendime ait bir hayat istiyorum'
Vidiadhar Surajprasad Naipaul'un 'Yarım Hayat' adlı kitabı Begüm Kovulmaz çevirisiyle Alfa Yayıncılık tarafından yayımlandı.
1932’de doğan, 2001’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Vidiadhar Surajprasad Naipaul, kariyeri boyunca otuzdan fazla kitaba imza atarak okurlarına doyurucu bir külliyat bırakmıştır. 2001’de yayınlanan 'Yarım Hayat' adlı kitabı ise diğerlerinden farklı bir yerde değerlendirilir. Bunun nedenlerinin başında 'Yarım Hayat'ın çokça otobiyografik ayrıntıya sahip olması gelir. Bir de Naipaul kariyeri boyunca sürekli başarısızlık korkusu çekmiş bir yazardır. 'Yarım Hayat' ve devamında aldığı Nobel Edebiyat Ödülü, onu bu korkudan kurtaran ciddi bir basamak olur.
"Birçok insan, içinden nasıl çıkacağını bilmediği yarım hayatlar yaşıyor" diye düşünerek romanını kurmaya başlayan Naipaul, bu kitabında “yarım hayat” kavramına pek çok insan, pek çok ülke, pek çok duygu sığdırıyor. Bu da meseleyi daha derli toplu ve çok yönlü şekilde değerlendirmemize olanak sağlıyor.
BABALARINDAN NEFRET EDEN ERKEKLER
Kitap üç bölümden oluşuyor ve altmış yetmiş yıllık bir dönemi kapsıyor. Kitabın ilk anlatıcısı olan Willie Chandran’ın babası, oğluna onun göbek adı olan "Somerset"in, ünlü İngiliz yazar Somerset Maugham’dan geldiğini anlatmaya başlar. Ancak bu hikaye bir yerden sonra kendi geçmişine, Willie’nin dedesine, hatta Hindistan’ın genel işleyişine dek uzanır.
Willie’nin babası, kendi babasını hiç sevmez. Onu, bulunduğu kasta olan bağlılığı sebebiyle içten içe aşağılar. Bu sayede kendini asil gibi görür. Kendini asil gibi görmesine sebep olan şey aldığı edebiyat eğitimi ve girdiği saray kâtipliği işi değildir sadece, o kast sistemine kafayı takmıştır bir kere. Tam da bu yüzden atalarına, geleneklerine sırtını dönerek, "gücü dahilinde" yapacağı en asil şeyi yapar ve alt kasttan bir kızla evlenir.
Ancak bu davranışı onun içindeki kast ayrımını değiştirmez. Kızla evlenir, hatta ondan Willie adlı bir oğlu olur fakat "geri" diye adlandırılan bir kasta mensup olan eşini en başta kendisi aşağılamaya başlar. Onun teninden, duruşundan, tavırlarından, tam tabiriyle var olmasından bile rahatsızlık duyar. Özgürleşmeye yönelik attığı bu adım, onu bir daha çıkamayacağı bir hapishaneye sokar.
Willie de işte bu psikolojiyle büyür ve o da kendi anne ve babasına karşı büyük bir nefret ve tiksinti duyar. Hem mensup oldukları kasttan hem de var olan berbat hayatlarını yaşamaya devam ettikleri için onlardan iğrenir. Buna karşı olarak ilk başlarda okuldaki kompozisyon derslerinde "mom" ve "pop" ile yaşadığı müthiş bir hayat kurgular kendine. Sonra da üniversiteyi okumak için İngiltere’ye yerleşir.
SAHTE CENNET
Naipaul burada çok küçük fakat çok etkileyici bir şey yapar. Kitabın Willie’nin ağzından anlatıldığı ikinci bölümün adını "Birinci Bölüm" koyar. Willie’nin her şeyi geride bırakıp kendine yepyeni bir hayat yaratmak için yola çıktığını sadece bölüm başlığından anlamımızı sağlar.
Willie’nin İngiltere günleri büyük bir yabancılaşma içinde geçer. Kendini çevresine kabul ettirebilmek için -tıpkı küçükken yaptığı gibi- sahte bir geçmiş uydurur. Bu ona yapay bir özgüven verse de üzerindeki yabancılığı tasdikler. Daha çok şeyden alınmaya, daha çok şeyi kişiselleştirmeye başlar. Örneğin yeni tanıştığı birine okuduğu okulun adını söyler. Karşıdaki kişi o okulu bilmediğini söyleyince hemen şöyle düşünür: Kesin beni aşağılamaya çalışıyor.
Willie geçmişinden, atalarından, ülkesinden kaçmak için pek çok şey yapar ama yaptığı her şey onu bulunduğu utanç çukuruna biraz daha batırır. Yattığı kadınlarla yaşadığı uyumsuzluk ona babasının kötü cinsel performansını anımsatır, okuldaki Jamaikalı yakın arkadaşı Percy’yi, ondan daha iyi, daha üstün olduğunu düşündüğü için benimser. Hatta yayınladığı ilk kitaba yönelik ona övgü dolu bir mektup gönderen Afrikalı kız Ana’yı da aynı sebeplerle sever.
Ne var ki yaşadığı ülkeyle olan uyumsuzluğu artarken bursunun kesileceği gün yaklaşır. Hindistan’a dönmeyi asla istemez ama ne gideceği bir yer vardır ne de kalacağı bir yer. Bu yüzden hiç düşünmeden Ana’ya, onunla Afrika’ya yerleşmek istediğini söyler. Afrika’ya vardığında buradan bir iki gün sonra gitmeye karar verir ancak tamı tamına 18 yıl yaşar.
YERSİZ YURTSUZ BİR ÖMÜR
Naipaul da tıpkı Willie gibi bir dönem İngiltere’de yaşar ve onun gibi bir yabancılık çekip BBC’de ilk yazılarını yazmaya başlar. Ancak Willie’nin yersiz yurtsuzluğu makro düzeyde seyreder ve hayatın hemen her alanına sirayet eder. Örneğin dil meselesi. Willie, İngiltere’ye geldiğinde sadece İngilizce konuşur, hatta bir yerde ata dilini neredeyse unuttuğundan söz eder. Ana ile Afrika’ya gitmeye karar verdiğinde, Ana ona kendi ülkesinin dilini öğrenmesi gerektiğini söyler. Willie orada 18 yıl yaşadıktan sonra hem ata diline hem İngilizceye yabancılaşır. 18 yılın ardından da kız kardeşinin yanına Almanya’ya yerleşir. Bu da yepyeni bir dil demektir haliyle.
Bir yersiz yurtsuzluk örneği de gelecek planlarına ilişkindir. Willie’nin kız kardeşi Sarojini, yaşlı bir Alman’la evlenip Berlin’e yerleşince bambaşka biri olup çıkar. Son derece özgüvenli, ne yaptığını bilen, politik açıdan bilinçli olan Sarojini, Willie’yi her fırsatta aşağılamaya başlar. Bunun bir sebebi, geçmişe dayanan üstü örtük bir hesaplaşma şeklinde anlaşılsa da, bir sebebi de Willie’yi yola sokma gayretidir. Halbuki Willie ne gerçekten yazar olmak için kitap yazar ne de gerçekten Ana’yı sevdiğinden onca yıl Afrika’da yaşar. O sadece oradan oraya savrulur. Yıllar sonra Almanya’ya gitmesi de aynı savrulmadan ötürüdür.
Üniversitedeki yakın arkadaşı Jamaikalı Percy bile bir gün herkesten habersizce okulu bırakır ve silahlanıp Che’nin yanında savaşmaya başlar. Mesele Percy’nin ne denli politik olup olmadığı da değildir, mesele hayata belli bir amaç doğrultusunda yaklaşıp buna yönelik hareket etmektir.
İşte bütün bunlar Willie’de mevcut değildir. Onda olan şey, aslında kaçtığı şeydir. O da tıpkı ataları gibi, dedesi gibi, babası gibi kaçtığı şeyi içinde taşır. Kitabın bir yerinde Sarojini bunu Willie’ye söyler. Tıpkı babası gibi olduğunu belirtir ama Willie bunu kabul etmez, edemez. Zira bunu kabul ederse neredeyse bütün hayatını boş yere geçirdiğini de kabul etmesi gerekir. O da çareyi kaçmakta bulur.
Naipaul kitapta irili ufaklı pek çok yersiz yurtsuzluk hikâyesi anlatır. Yukarıda bahsettiğimiz öne çıkan karakterler sadece bunlardan birkaçıdır. Herkes bulunduğu şartlardan kaçmak için elinden geleni yapar ama esas mesele bunun yerine ne koyulduğuyla alakalıdır. Yerine bir şey koyanlar öyle ya böyle hayatlarına devam ederler. Willie gibilerse olağan akış içinde kaybolur giderler.
Peki herkesin kaçmaya çalıştığı bu hayat nasıl olur da kendini sürekli yeniden üretir? İnsanın kendinden kaçması mümkün müdür? Peki ya insanın kendini yaratması mümkün müdür? Yeni bir hayat, yeni bir düzen kurulması için kaç nesil geçmesi gerekir? Gidecek bir yeri olmayan insanlar ne yaparlar?
Naipaul kitabın hemen her sayfasında bizi bu sorularla yüzleşmeye zorlar ancak bir çözüm önerisinde bulunmaz. Soruyu sorar, çatışmayı kurar ve geri çekilir. Tabiri caizse, kitaptaki karakterlerin yaşadıkları yarım kalmışlık hissi, okurla kitap arasında da kurulur. Böylece birbiri üzerine milyonlarca yarım hayat ortaya çıkar.
Naipaul’un kitaplarını önceden pek çok yayınevi yayınlanmış olsa da, şimdilerde hakları Alfa’da. Alfa, Naipaul’un 'Gelişin Bilmecesi' (Çev: Suat Ertüzün) ve 'Yarım Hayat' (Çev: Begüm Kovulmaz) kitaplarından sonra diğerlerini de peyderpey yayınlayacağa benziyor. Bunların arasından en çok, 'Yarım Hayat’ın devam kitabı olan 'Büyülü Tohumlar’ı merak ediyorum. Bu kitapta Willie’nin Almanya yıllarından sonraki savruluşları anlatılıyor.