Aşağılanmanın böylesi
Durup dururken yargıçlar kendilerini bu duruma niye düşürsün? Demek durup dururken düşürmüyorlar. O halde?Hukuksuzluk hukukunun uygulayıcıları olmaktan rahatsızlık duymadıklarına göre demek daha güçlü sebepler onları bu yola itiyor. Ne olabilir? Bizzat davanın bir hizaya getirme, şekil verme, caydırma aracı olarak yürütülmesi? Veya bütünüyle siyasî çıkar hesaplarına hukukun alet edilmesi?
Hani duyduğunuzda yüzünüzü buruşturacağınız bir-iki isim sayarlar, “Denize düşse hangisini kurtarırsınız?” diye sorarlar, siz de “e şıkkı: hiçbirini” demek istersiniz ya, bu yazım o denklemi çağrıştıracak, muhterem okurlar. Zira ‘seç beğen al’ durumuyla karşı karşıyayız.
İDRAK ETMEYECEK Mİ GÜNÜN BİRİNDE?
Şıklarımızdan ilkinde, Fransa’da cemaate, “herkes hakkına razı olmalı” vaazı veren, havaya girmiş bir fiilî şeyhülislâm var. Kendi “taraf”ı, takımı, tribünü, mahallesi, kitlesi, ordusu… artık ne ise o olarak gördüğü kesimin insanlarınca işlenen herhangi bir günah karşısında gıkını çıkarmayan bu yüksek memur din adamı, Strasbourg şehrinde cuma namazı için toplanan Müslümanlara aynen bunu demiş. İnanması zor, ama demiş: “Herkes hakkına razı olsun. Bu anlayışı her alanda hayata geçirirsek dünyada savaşlar, zulümler son bulur.”
Hakkına razı olmak şöyle dursun, başkalarının maddî-manevî her türlü hakkını gasp ederek hüküm süren birilerince hangi rol için o kostümlere büründürüldüğünü bu kimse demek hiç hesaba katmıyor. Umursamıyor mu, konumu ona öyle görünmüyor mu? Ne gibi hallerde gerek görülüp kendisinin sahaya sürüldüğüne bakarak, yarın öbür gün, “teslimiyet” kavramına ulvî-aşkın içerik kazandırma iddiasındaki dinin en üst düzey memuru sıfatıyla, hayat pratiğinin kendisini ne hoyratca, ne acımasız icraatlara kalkan ettiğini kavramayacak mıdır? İnançlı ve ne yazık ki ölümlü fâni, ebedî azapla ebedî huzur arasındaki ölümcül yol ayrımına yaklaşırken genellikle geçmişine dönüp dönüp muhasebe yapmaz mı? Milyonlarca insanın elektriğinin, doğalgazının -fatura ödeyemedikleri için- kesik olduğu, akşamları pazaryerleri toplanırken, çocukları aç insanların utana sıkıla yerlerden paçavrası çıkmış sebze meyve topladığı, toplumun yüzde sekseninden fazlasının çocuğunun iyi eğitim alıp düzgün meslek sahibi olabileceğine dair ya hiçbir umudunun kalmadığı ya da bu yönde azıcık şans yakalayabilmek için muazzam meşakkatlere katlandığı, büyükşehirlerin kalabalık semtlerinde çöp konteynerlerinin günde beş-altı defa talihsiz, umutsuz fakat azimli insanlar tarafından ziyaret edildiği, bunlara karşılık, inananlar adına iktidar yürütenlerin Avrupa’nın lüks terzilerinden, butiklerinden sipariş ettikleri özel takımlarıyla pahalı, ama çok pahalı otomobilleriyle caka sattığı, muktedirlerin çevresine üşüşmüş şık şıkırdım fırsatçılar ve kibir tanrıçalarına dönüşmüş bakımlı ve cipli hanımlardan müteşekkil bir sosyetenin kahkahalar içerisinde, kişi başı 845 liraya iftar açılan Türk-İslâm lokantalarında imtiyazlılığın tadını çıkardığı, güzel ahlâk, tevazu ne kelime, aksine, tahakkümden, birilerini ezmekten, zulümden keyif alınan, bütün bu çarkın yolsuzluklar, haksız kazançlar, dalaveraların modern simgesi “geçiş-müşteri vs. garantili ihale”lerle -yani toplumdan çalarak- finanse edildiği, hak-hukuk-adalet kavramlarının hayasızca ayaklar altına alındığı, giderek adalet duygusunun yok edilmeye yüz tuttuğu bir devirde, bırakın yüksek din sorumlusu olmayı, hali vakti azıcık yerinde herhangi bir insanın çıkıp, “herkes hakkına razı olsa mesele kalmaz” yollu konuşması ne muazzam, ne derin, ne dallı budaklı ayıptır! Diyanet İşleri Başkanı en azından birilerimizin bu ayıbı en can alıcı yerinden -tam isabetle- gördüğünü bilsin diye de bu satırları yazıyorum.
Bize gelince. Dünya nimetlerinin ışığından gözleri kamaşmış, dinin kime, neye hizmeti gerektirdiğini şaşırmış insanları doğruluğa davet etmemizin anlamı da yok, işlevi de. Çünkü herkes tuttuğu yolu ya bile isteye seçmiş ya da bir defa tuttuktan sonra bundan pek hoşlanmış ve bırakmamacasına sarılmış görünüyor. O halde biz de “hakkına razı olma”nın anlamını bile yitirmiş, bu lafın kime ne vakit söylenmesi gerektiğini tamamen unutmuş yüksek memuru a şıkkında bırakıp b şıkkına geçeceğiz.
NİYE DİNLESİNLER Kİ BİZİ?
Bu defa kahramanımız din değil hukuk sahnesinde icrayı sanat ediyor. Yalnız hem tek kişi değil, kendi gibi birçok makam sahibini temsilen oyunda yeralıyor hem de sanatın ve icraatın muhtevası epey karışık. Zira tanımlanmış ve kahramanımıza da yetkiler tanıyan muhtevadan eser yok ortada. Dava dediğimiz şey, iddialardan, delillerden, suçlayanlardan, sanıklardan, onları savunanlardan ve hepsini değerlendirip hükme varacak yargıçlardan meydana gelen bir oyun. Oyun derken, kuralları olan düzenek. Eğlenceli değil, ölümcül olabilen, hayatların yıkılıp yeniden kurulabildiği veya artık bir daha kurulamadığı, ömürlerin tamamen veya kısmen gasp edilebildiği, anlamsız hale getirilebildiği, insanların yaşama sevinçlerinin ellerinden alınabildiği, sevdiklerine duydukları, dört duvar arasında boy attıkça atan amansız hasretle çileler çekerek hastalanabildikleri veya itile kakıla, ezile sövüle bilfiil hasta edilebildikleri, özgürlüklerinin ellerinden alındığı yetmiyormuş gibi haysiyetleriyle oynanan cenderenin içine tıkılabildikleri ya da en feci suçları işlemiş en berbat insanların, bütün bir toplumun yüzüne tükürürcesine ellerini kollarını sallayarak çıkıp gidebildikleri, gerilim dolu, endişe dolu, boşa çıktıkça beklenmedik yerden filiz veren umutla dolu, bir acayip oyun. Bütün risklerine, karanlığına, dondurucu soğuğuna rağmen bu oyun selamet ihtimaline de açık. Kuralları belli ve oyuncularla dekorun, aksesuarın kurallara uygun olacağı şarta bağlanmış sayıldığı için, adalet ve güven duyguları oyunun oynandığı her yerde varlıklarını az ya da çok hissettirirler.
Ne zaman ki içindeki -elbette tercih ve direnme şansı olmayan sanıklar dışında- hiçbir unsurun oyunun baştan ilan edilmiş kurallarına bağlı olmadığı bir duruma geçilir, adalet ve güven duyguları, son sürat giderken birden camları açılan arabadaki sinekten daha güçsüz hale düşerler, nereye kayboluverdiklerini bile fark edemezsiniz. Oyun tamamen kırıcı, yıkıcı, tahripkâr bir gizli mezhebin kurban ayinine dönüşür. Kurbana sorulacak sorular, onun sözünün kesileceği yerler, varolan hükmün açıklanacağı kelimeler, hepsi baştan bellidir. Delile gerek yoktur. Suçlunun suçlu olduğunun kanıtı suçlanması ve orada bulunmasıdır. Bu suçun önceden yasalarda tarif edilmiş olması da gerekmez. Yasada tarif edilmiş suça dayalı cezalandırma için öncüller, deliller, olay akışı, ikna edici bağlantılar gerekir. Oysa inkâr hukukunda tek veri, varılacak hükümdür. Oyun, bu sonuçtan geriye doğru kurulur. Delilin gerekli görülmediği davada, meselâ o kişinin o gün orada bulunması -başka bin türlü sebebe dayanabilecek olmasına rağmen- delil yerine öne sürülür ve o kişinin o gün bambaşka yerde bulunduğu anlaşılır veya beraber iş karıştırmakla suçlandığı kişiyle aslında hiç karşılaşmadığı ortaya çıkarsa, bizzat buna dayanarak kurulmuş iddia sarsılmaz. Savcı, iddia boşa düşmemiş gibi aynı şeyi tekrarlamayı sürdürür, üstelik boşa düşmüş iddia başka, yeni iddialar için de delil yerine geçer. İçinde sahici hiçbir delil bulunmayan iddianameyi kabul edip buna göre “yargılama” dediğimiz son derece ciddî oyunun oynanabileceğini ilan eden mahkeme heyeti neye göre, ne amaçla hareket ediyordur? Bilmiyoruz. İdare ettiği oyunun sahte olduğunu, şikeli olduğunu söylüyor değil midir? Durup dururken yargıçlar kendilerini bu duruma niye düşürsün? Demek durup dururken düşürmüyorlar. O halde? Hukuksuzluk hukukunun uygulayıcıları olmaktan rahatsızlık duymadıklarına göre demek daha güçlü sebepler onları bu yola itiyor. Ne olabilir? Davadan önce alınmış bir karar? Veya bizzat davanın bir hizaya getirme, şekil verme, caydırma aracı olarak yürütülmesi? Veya bütünüyle siyasî çıkar hesaplarına hukukun alet edilmesi? Velhâsıl, mahkeme heyetleri adaletli davranış -kurala uygun oyun- karşılığında kendilerine tanınmış yetkilerden, hukuksuzluğu seçerek vazgeçmiş oluyorlar.
Daha fazla kafa yorarak daha çok anlayabileceğimiz sorunlar değil bunlar. Genel planda neyin ne olduğunu bilmemiz işimizi kolaylaştırmıyor. Çünkü merakımız insanların kendilerine verdikleri ve verilmesini istedikleri değeri, görmek istedikleri ve aslında pekâlâ gördükleri itibarı ne karşılığında kolayca harcayabildiklerine ilişkin.
Artık tarif edebiliriz: B şıkkımızda da sanıklar çırpınırken başını önüne eğmiş, söylenenleri dinlemediğini belli eden (kimi avukatlara göre, telefonda oyun oynayan!) yargıç var. Suç işlemedikleri ve aleyhlerinde tek delil bulunmadığı halde ağırlaştırılmış müebbet, yirmi yıl hapis gibi ağır tehditlerle yüzyüze bulunan, uyduruk iddianamelerle süründürülmekten ötürü onurları çiğnenen, yakınlarını bir daha görememe tehdidinin yanı sıra bu acının da yükünü taşıyan sanıklara, ne derlerse desinler verilecek hükmün değişmeyeceğini anlatmanın daha basit ve alçaltıcı yolu var mıdır? Hoş, birçok davada mahkeme heyetlerinin pratiği esas olarak, formalite aşamalarını yerine getirmekten ibaret. Sanıkların talepleri genellikle bir çırpıda reddediliyor, savunmalarındaki hiçbir unsur dikkate alınmıyor, her fırsatta, ne yapsalar sonucu değiştiremeyecekleri hissettiriliyor. “Hissettiriliyor”un fazla kibarca kaçtığı ortada. Çünkü “hakkımıza razı” olup olmama tercihi de bizim elimizde değil. Çünkü hakkımız elimizde değil. Telefonda oyun oynayan birileri ne münasip görürse… Sanıklar savunma yaparken onları izlemeye gerek görmeyen, başı öne eğik yargıç sahiden telefonda oyun oynuyorsa, bu çoğu zaman “duvar gibi” diye tasvir edilen mahkeme heyetlerinin muazzam simgesi olmaz mı?
C şıkkına geçeyim mi? Geçmeyeyim. Zira aday o kadar fazla ki, d’ydi, e’ydi derken alfabeyi tüketip alfalara betalara doğru uzaklaşabiliriz.