Asgari ücrete dair solun ve sendikaların ağır hataları

Solun ve sendika bürokrasinin meseleye dair en önemli hatası, asgari ücreti temel ücretmiş gibi kabul etmesidir. Esas olan, ortalama ücretin artması yönündeki mücadele ve taleplerdir.

Google Haberlere Abone ol

Erhan Bilgin*

Son yıllarda CHP, sosyalist solun büyük kısmı ve bilhassa sol bürokrasinin yönettiği sendikalar ve de sol basın “resmi asgari ücret”e dair hatalı; hatta iktisadi ve sosyal realiteye uymayan önerilerde bulunuyorlar. Bu önerileri ele almadan önce, ücret ve ücretten koparılamaz bir olgu olan çalışma süresi üzerinde kısaca duralım.

Ücret, ekonomik bir kavram gibi gözükür ama aslında politik bir olgudur. Malum, toplumdaki sınıfların mücadelesinin nihai sonuçlarından biridir. Ücretlerin ortalama düzeyine (asgari ücrete değil) bakarak, ülkelerin politik durumunu, demokratik kazanımları, özgürlüklerin düzeyini bile büyük ölçüde saptayabiliriz.

Örnek verirsek. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında Türkiye’de ortalama ücret, günümüzdeki düzeyinden yaklaşık üç kadar daha yüksekti. Diğer yandan, “Resmi asgari ücret” ile ortalama ücret düzeyi arasındaki fark 3,5 kat kadardı. Halbuki (pandemiden hemen önce) 2019’da ortalama ücret ile asgari ücret arasındaki fark 1,5’e kadar gerilemişti. Bir bakıma günümüzde Türkiye’de ortalama ücret miktarı, “resmi asgari ücret” düzeyine inmiş diyebiliriz.

Bu düşüş, 19 yıl boyunca işçi mücadelesinin gerilemesi, özgürlüklerin ve politik mücadelenin sınırlanması, sendikalı işçi sayısının azalması, fabrikaların özelleştirilmesi ile asla ilgisiz değildir.

ÜCRET MESELESİNDE UNUTULAN ÇALIŞMA SÜRESİ OLGUSU

Resmi asgari ücretin, ortalama ücrete yaklaşması eğilimi devam ederse çok değil bir iki yıl içinde makas iyiden iyiye kapanmış olacak, asgari ücrete artık ortalama ücret demek zorunda bile kalabileceğiz. Belki de çoktan kapanmış bile olabilir. Nasıl mı?

Bu sorunun cevabını, ücretin sadece ele geçen para (nakdi ücret) olmadığını hatırlamamız gerektiğini belirterek verebiliriz. Ücret kesin biçimde çalışma süresinin bedelidir. Cari iş kanununa göre resmi günlük çalışma süresi 7,5 saati ve haftalık çalışma süresi 45 saati aşamaz. Fakat bu kurala uyulması nadirattandır. Şöyle; 1995’lere kadar (işçi mücadelesi yüksek olduğu için) kanuni süreyi aşan çalışma süreleri ek-mesai ücret yaygın biçimde ödeniyordu. Bu tarihten sonra (işçi hareketi geri çekildiği için), hele günümüzde ek-mesai ücreti hemen hemen tarihe karışmış, ek çalışma süresinin ucu açık hale gelmiştir. Dolayısıyla çalışma süresi artarken, ücret aynı kalsa bile aslında düşmüş demektir.

Türkiye kesin, anlaşılır istatistiklerin mevcut olmadığı bir ülke. Buna rağmen sadece sanayi işçilerinin çalışma süresi ile yetinsek bile 2002 yılında haftalık ortalama çalışma süresi (resmi verilere göre) 50-54 saat aralığında seyrediyordu. Gerçek rakamın, birkaç saat daha yukarıda olduğu muhakkak. Kesin ve anlaşılmaz verilere göre 2019’un başında yine sanayi sektörlerinde haftalık çalışma süresi hemen hemen aynı düzeyde seyretti. Kesin rakamın, göçmen işçiler sayesinde çok daha yüksek olduğunu tahmin ediyorum.

Ücret hesabının temelini “saatlik ücret” oluşturduğuna göre; ve 2002’den 2019’a kadar ele geçen (nakdi ücret) ücret gerilediğine ve çalışma süresi de uzadığına göre; saatlik ortalama ücret çok daha hızla, hatta trajik biçimde düşmüş demektir.

RESMİ ASGARİ ÜCRETİN TEMELİNİ SAATLİK ÜCRET OLUŞTURUR

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, küresel düzeyde kurallarla belirlenmiş yaygın bir resmi asgari ücret uygulamaya konuldu. ILO belgelerinde dahi farkına varılacağı gibi, resmi asgari ücret uygulamaları hükümetlerin rastgele tercihi ile gündeme gelmedi. Uluslararası işçi sınıfının küçümsenemeyecek gerçek bir kazanımı idi. Asgari ücret ile en korunaksız konumda olan, günlük veya geçici işlerde çalışmak zorunda kalan, mesleki tecrübeleri yetersiz emekçilerin hakları, “belirli bir saatlik ücretten az ödeme yapılamaz” kesin tedbiri ile yasal güvence altına alınmış oldu. Dolayısıyla asgari ücret, işçi kitlesinin büyük çoğunluğu için tasarlanmadı. Bu güvence, çalışma süresini de saatlik ücretle ilişkilendirerek, kesin biçimde sınırlamış oldu.

Türkiye’de de bir kazanım olarak ilk kez, 1963 yılında uygulamaya konuldu ve dünyadaki gibi aylık değil saatlik olarak belirlenip ilan edildi. Mevzuat gereği asgari ücret, bütün işçilerin veya bir sektördeki işçilerin ücreti değildi. 1963’lerden 1980’lere kadar saatlik asgari ücret alan işçiler büyük işçi kitlesinin küçük bir oranını oluşturuyordu. 1980’lerden sonra denge asgari ücretli işçi kitlesine doğru değişti. En kötüsü saatlik ve günlük ücret gibi bir anlamı olan asgari ücretin aylık ödenen bir standarda yükselmesiydi.

AKP’nin 19 yıllık iktidarında asgari ücretin saatlik ve günlük olma niteliği iyiden iyiye aşındı ve aylık maaşmış gibi yaygın olarak uygulanan bir kural haline geldi. Ve resmi asgari ücret alanlar, emekçilerin neredeyse beşte üçünü oluşturur bir seviyeye yükseldi.

Ücretin ve asgari ücret olgusunun kavramsal özelliklerini belirttikten sonra, sendika bürokrasisinin ve sol basının hataları sanırım daha iyi anlaşılabilecektir.

SOLUN VE BÜROKRASİNİN HATALARI

(1) Solun ve sendika bürokrasinin meseleye dair en önemli hatası, asgari ücreti temel ücretmiş gibi kabul etmesidir. Doğrudur, yukarıda belirttik; resmi asgari ücret ile ortalama ücret arasındaki fark fiilen azalmıştır. Doğrudur, emekçilerin beşte üçü resmi asgari ücrete mahkum edilmiştir. Fakat bu farka dikkat çekmemek, ücretin resmi asgari ücretin ötesinde bir olgu olduğunu açıkça ilan etmemek, sosyal mücadelede patronların ve hükumetin dayatmalarını kadermiş gibi kabul etmek demektir. Esas olan, ortalama ücretin artması yönündeki mücadele ve taleplerdir. Dolayısıyla asgari ücrete ilişkin talepler, esas ücretin bir fonksiyonu, tamamlayıcısı gibi ileri sürülmelidir.

(2) Resmi asgari ücretin, çalışma süreleri ile ilişkisine dikkat çekmemek ciddi bir hatadır. Aslında bu tutum kaba bir ekonomizm politikasının ürünüdür. Bir tür, işçinin eline geçen asgari ücret artsın da gerisi önemli değil anlayışını öne çıkarmaktadır. Halbuki, ücret ne kadar artarsa artsın, çalışma süresi kısalmıyor tersine uzuyorsa, aslında ücret geriliyor demektir. O halde uzun çalışma süresini dert etmeden resmi asgari ücretin artmasını istemek veya rıza göstermek telafi edilemeyecek vahim bir hatadır. Gerçek ücretin ve gerçek satın alma gücünün düşmesine destek vermenin yanı sıra, işçilerin ağır ve uzun çalışma koşullarını teşvik etmek anlamına da gelir.

(3) “İnsanca geçinmeye uygun bir ücret” talebi temelsiz bir öneridir. En başta, çalışma süresi ile irtibatı yoktur. İkincisi asgari ücret, “zorunlu en az geliri” ifade eder. Bu gelir, bölgelere ve sektörlere (çalışmanın ağır veya hafif olmasına) göre farklılık gösterir. Halbuki “insanca geçinmeye uygun ücret” talebi asgari ücret temel ücretmiş gibi bir algı yaratmaktadır. Sanki asgari ücret “insanca” olursa mesele halledilecektir izlenimi yaratmaktadır. Böylece işçi kitlesinin, hakkı olan, “yaratılan üründen daha fazla pay alma” özlemini ve mücadele imkanlarını ve de ortalama ücretin esas alınması gerçeğini gölgelemekte, bir anlamda sömürüyü de gizlemektedir.

(4) Asgari ücretin düşük olmasının nedeni, bu ücretten kesilen ve tamamen patronların ödediği (ödemek zorunda olduğu) “Gelir Vergisi kesintisi” değildir. Tersine “gelir vergisi kesintisinin” düşük olmasının nedeni asgari ücretin düşük olmasıdır. Asgari ücretten kesilen Gelir Vergisinin kaldırılmasının ücretlere eklendiğini varsayalım. Sonraki yıllarda yüksek enflasyon nedeniyle veya düşük bir ücret artışı ile, bu avantaj bir çırpıda ortadan kalkacaktır. Buna karşılık kamu, mahrum olduğu vergi gelirini dolaylı vergilere ekleyerek, maliyeti kolayca emekçilerin sırtına yükleyecektir. Böylece dolaylı vergi yükü nedeniyle ücretin satın alma gücü düşecek güya sağlanan avantaj yine bir çırpıda ortadan kalkacaktır. Peki bu verginin kalkmasından asıl kazançlı kim olacaktır? Tabii ki patronlar. Ödemekle sorumlu oldukları vergiden kurtulacaklar, kârları bir miktar daha artmış olacaktır.

*İktisatçı