Asıl dayanışma bundan sonra
Bütün bu korkunç deneyimden çıkan en önemli sonuç, bir felaket anında halkın kolektif gücünün devletten de piyasadan da uluslararası kuruluşlardan da daha güçlü ve daha hızlı bir refleks oluşturabildiği. Böyle bir başlangıç noktası dayanışmanın kolektif doğasıyla, birliktelik, karşılıklılık ve katılımcılık ilkeleriyle geliştirilebilir. Bu dayanışma üretimde, bölüşümde ve insana yakışır bir yaşamın inşasında merkezi bir rol oynayabilir.
Depremin yaraları yavaş yavaş sarılırken, hepimiz ucundan kıyısından enkazın tozlarını süpürmeye, yasla ve öfkeyle mücadele etmeye başladık. İlk iki hafta hayat kurtarma, enkazda kalanları canlı çıkarma çabasıyla geçerken, bundan sonraki süreç hayatta kalanları ayakta tutmaya odaklandı. En acil olan barınma, beslenme, temizlik gibi temel ihtiyaçlar henüz tam anlamıyla çözülmese de bu işlere yönelik kaynak, yardım ve gönüllü ağı belli bir yol kat etmiş durumda. Ancak depremin üzerinden bir aya yakın bir süre geçtikten sonra, o büyük toz bulutu çöktüğünde gördüğümüz şey devletin afetin etkisinin kontrol edilmesine yönelik önlemleri almadığı, imar yönetimi ve afetlere hazırlık konusunda bilgiye dayalı olamayan yöntemler izlediği ve afet yönetiminde sınıfta kalması oldu. Nasıl ki devlet kurumları, merkezi yönetim, yerel yönetimler arasında bir koordinasyonsuzluk varsa, sivil toplum kuruluşlarında da benzer bir koordinasyonsuzluk yardımların belli yerlerde yığılmasına, ama belli yerlere hiç ulaşmamasına neden oldu; bir kısım gerçek bir saha mobilizasyonu gerçekleştirirken bazıları kendi vitrinini düşündü. Özellikle bugüne kadar fon-hibe-proje döngüsüyle işleyen STK kesimi acil bir durum karşısında sahaya inecek kapasiteden yoksun kaldı. Bu süreçte belki de en kötü sınavı, depremden hemen sonra işçilerini işbaşı yapmaya çağıran, işgünü kaybına tahammülü olmayan ama hükümetten de destek talebinde bulunmaktan geri durmayan sanayiciler verdi. Bölge dışındaki sermaye gruplarından gelen yardımlar az değil, ama mevcut dağılım içerisinde ne zaman, nereye, ne kadar ulaşacağı belli değil.
Artık yavaş yavaş bu yardım kafasından çıkmak ve bundan sonraki süreci düşünmek zorundayız. Bölgeye akan destekler bittikten, gönüllüler kendi hayatlarına, bölgedeki yerel yönetim ekipleri görev yerlerine döndükten sonra deprem kentlerini yeniden kendi ayakları üzerinde durabilir hale getirmenin yollarını aramalıyız. Haftalardır dillerden düşmeyen “dayanışma” düşüncesi, işte tam da şimdi önem kazanıyor. Devlete, sermayeye, uluslararası örgütlere ya da sivil topluma, projelere bağımlı olmadan, bölgenin dinamiklerini, mevcut kaynaklarını ve ihtiyaçlarını doğru saptayarak yeni bir ekonomik döngüyü hayata geçirmek, böyle bir üretim kapasitesiyle bölge insanını hayata bağlamak gerek.
NASIL BİR DAYANIŞMA?
Uluslararası Kızılay-Kızılhaç Teşkilatları Federasyonu (International Federation of Red Cross and Red Crescent Societies – IFRC), Türkiye’de yaşanan deprem felaketine yönelik yaptığı değerlendirmelerde toplamda 16 milyondan fazla insanın, aynı zamanda 1.8 milyon mültecinin depremden etkilendiğini açıkladı. Temel hasar alanları evler, barınma alanları, temel altyapı bileşenleri ve sağlık sistemi olarak öne çıksa da bölgede üretim faaliyetlerinin, özellikle tarımsal nüfus, küçük işletmeler ve kendi hesabına çalışan esnafın da depremde büyük kayıplar aldığını söylemek mümkün. Organize sanayi bölgeleri ve sanayi sitelerindeki hasar tespit çalışmaları depremin büyük sermaye dışındaki ekonomik etkisini gösterecek. Afet yönetiminde kısa vadede ilgi acil ihtiyaçlara, yani barınma, beslenme ve sağlığa odaklansa da orta ve uzun vadede yeni bir normalin kurulmasına yönelik sosyal ve ekonomik faaliyetlerin gerçekleşmesi gerekecek. IFRC bu noktada sert kış koşullarının, ekonomik bozulma ve yüksek enflasyonun normalleşme süreçlerini zorlaştıracağına dikkat çekiyor ve bu durumda kuzey yönlü bir mülteci hareketliliğinin ve iç göçün tetikleneceği öngörüsünde bulunuyor.
Deprem veya benzeri bir doğal afetten sonra ortaya çıkacak dayanışma herhangi bir zamandaki dayanışma süreçlerinden farklı işlemek zorunda. Her şeyden önce afet bölgesindeki nüfusun bir kolektif travmaya maruz kaldığı dikkate alınarak dayanışmanın ekonomik ve sosyal hedefleri bütünleştirilmeli; bu iki süreç birlikte işlediğinde katılımcıların kendilerine yeni bir sosyal bağlam, bir düzen ve aidiyet duygusu yaratmaları mümkün olabilir. Bunun için ilk olarak afetzedelerin de toparlanma sürecine dahil edilmesi, onların da yaraların sarılmasında, alınacak kararlarda, yürütülen faaliyetlerde aktif olarak rol alması gerekiyor. İkinci bir nokta, afet sonrası dayanışmaya yönelik evrensel bir reçetenin olmaması, her toplumun, her afetin ve her bölgenin kendine has sorunları, kendine ait kırılganlıklarının tanımlanarak bunlara uygun hedeflerin belirlenmesi gerekli. Burada hangi kesimlerin afetten en fazla etkilendiği doğru saptanmalı. Hasar tespit çalışmaları yalnızca fiziki hasarı değil, sosyal yapıdaki hasarı da dikkate almalı. Genel olarak yoksullar, mülteciler ve/veya azınlıklar afet süreçlerinde dezavantajlı kesimlerin başında geliyor. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar barınma ve sosyal korumanın yokluğunda, daha zor koşullara maruz kalıyor, kadınların hane içindeki sorumlulukları hane olmasa bile devam ediyor. Tarımda, küçük işletmelerde ve yerel zanaat kollarındaki üretimin aksaması başka bir çöküntü boyutu içeriyor ve hanelerin toparlanma sürecini geciktiriyor. Bütün bunlar göz önüne alındığında ekonomik olarak aktif olmanın bir sosyal dayanışma, sosyal kalkınma etkisi yaratarak iyileşme sürecine olumlu etki edeceği kaçınılmaz.
YENİ NORMAL NASIL OLACAK?
Afet sonrası iyileşme süreci eskiye dönmek ve normalleşmekten çok yeni bir normalin inşasına odaklanmalı, bu sayede geri dönüşü olmayan kayıplarla ilgili bir kabullenme de mümkün olabilir. İyileşme sürecinin hızı tek belirleyici değil, evet hızlı bir iyileşme ideal olabilir, ama hız kadar iyileşmenin niteliği de önemli. Ekonomik olarak “İşletmeler afetzedeleri işe alsın.”, “Köylere inek, koyun, arı dağıtalım.” demek yerine üretim kapasitesini sürdürülebilir bir biçimde artırmanın, yerel kaynakları, yerel emeği kullanarak yereli besleyen tedarik zincirleri, üretim modelleri kurmanın yolu aranmalı. Kendi hesabına çalışanlara ve zanaatkarlara yönelik mikrokredi uygulamaları hızlı bir toparlanma için zemin yaratabilir. Kadınlar, mülteciler ve dezavantajlı kesimler için onları ekonomik olarak aktif hale getirebilecek küçük ölçekli üretim atölyeleri, işlikler hayata geçirilebilir, bunlar sosyal satın alma pratikleriyle desteklenebilir. Örneğin KOSGEB’in hızlı bir biçimde organize olması ve onların gelmesini beklemeden hizmetlerini depremzedelere ulaştırması gerek. Depremden önce bölgede faaliyet gösteren ve dezavantajlı kesimlerin ekonomik etkinliğini besleyen başarılı kooperatif hikayelerini burada hatırlamakta fayda var. Gaziantep’te faaliyet gösteren ve mülteci kadınları da içeren SADA Kadın Kooperatifi, Şahinbey Kadın Kooperatifi ve Zeugma Kadın Kooperatifi, Hatay’da Defne Kadın Kooperatifi bu girişimlerden birkaçı. Belki yeni kooperatifler kurmak yerine mevcut kooperatifleri güçlendirmek, aralarında bir kooperatifler ağı kurmak, alternatif tedarik zincirlerini hayata geçirmek bir strateji olabilir. Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından hazırlanan ve Genç İşi Kooperatif tarafından Türkçeleştirilen Koop.Kur ve Koop.Düşün eğitim modülleri kooperatifçilik konusuna yönelenler için iyi bir kaynak.
Dayanışmanın üretim ayağı kadar bölüşüm ayağı da hayata geçirilmeli. Bir yıl içinde yeni apartmanlar dikmek yerine, zamana yayarak, zemin etüdü yapılmış, temelleri güçlendirilmiş, yatay yerleşimi hedefleyen planlı bir inşa süreci yürütülmeli. Ama bunu yaparken bina maliyetlerinin yüzde 40’ını depremzedelere yıkmak, her şeylerini kaybetmiş insanları borçlandırılmış emeğe dönüştürür. Türkiye’deki tüm aksaklıklarına rağmen yapı kooperatiflerini bir kere daha gündeme taşımak, depremzede hanelerin ihtiyaçlarına ve sosyo-ekonomik koşullarına uygun planlarla harekete geçmek demek. Bütün bunlar daha fazla zaman alsa bile, bu zamanda depremzedeler mahalle mutfaklarıyla, gıda bankaları, temel ihtiyaçlara yönelik sosyal marketler ve gündelik etkinlikler için kullanılacak ortak mekanlarla kolektif, paylaşımcı bir yaşam biçimiyle tanıştırılmalı. Benzer uygulamalar hali hazırda yerel yönetimler tarafından uygulanıyor, ama belki yaygınlaştırılması ve farklı ihtiyaçları da kapsaması gerekiyor. Yerel yönetimlerin semt evleri, muhtarların mahalle iletişim ağları bu noktada işlevsel bir rol oynayabilir. Bölüşümün bir başka boyutu depremden zarar gören kırsal nüfusun toparlanmasını destekleyecek kır-kent ağları oluşturmak, yerel gıda toplulukları aracılığıyla kırsalın ihtiyaç duyabileceği işgücüyle kent merkezlerindeki gıda talebini ilişkilendirecek yapılar kurmak.
Bütün bu korkunç deneyimden çıkan en önemli sonuç, bir felaket anında halkın kolektif gücünün devletten de piyasadan da uluslararası kuruluşlardan da daha güçlü ve daha hızlı bir refleks oluşturabildiği. Böyle bir başlangıç noktası dayanışmanın kolektif doğasıyla, birliktelik, karşılıklılık ve katılımcılık ilkeleriyle geliştirilebilir. Bu dayanışma üretimde, bölüşümde ve insana yakışır bir yaşamın inşasında merkezi bir rol oynayabilir. Siyasetin elimizden aldığı bir aradalık duygusunu böyle acı bir deneyim sonunda yeniden hatırlamamız üzücü ama umut verici.