Askıda politika
Covid-19 pandemisi bir şeyi görünür kılmıştı, şimdi deprem iyice netleştirdi: Ölüm-kalım meselelerinde bile toplumun kutuplaşmış ya da çatışan kesimlerinin birleşmesi, ortaklaşa bir tepki vermesi çok zor. Bunu sağlayacak bir politikaya ihtiyaç var.
Depremler sonrası toplumda kendiliğinden gelişmiş bir muhalefet olduğu gözlemleniyor. Sanat ve popüler kültür dünyasına ait simaların –“cesur” diyebileceğimiz- sosyal medya paylaşımları veya ilkin Fenerbahçe, ardından Beşiktaş tribünlerinden yükselen sloganlar, toplumun hükümete tepkisinin görünür işaretleri oldular.
Geçen yazıda, “Sosyolojik olarak mümkün olanın politik olarak arzulandığını sanıyoruz, yanılıyor olabiliriz” demiştik. Zira toplumun karşı karşıya kaldığı sorunlarla politik tavrındaki değişimin nadiren senkronik olduğuna dair deneyimleri vardı tarihin.
Türkiye’nin yetiştirdiği iyi sosyal bilimcilerden olan Tarık Şengül hoca da, geçenlerde verdiği bir röportajda toplumun AKP ile çelişkisini kabul ediyor ve “Ama..” diyordu, “toplum kendi siyasal yapılarını bir anda yaratamaz, o yüzden kendi değerlerine en yakın olana bir kez daha yanaşır”.
IPSOS, “deprem sonrası ilk” olma niteliği taşıyan araştırmasında, “Yaşanan deprem önümüzdeki seçimde vereceğiniz oyu değiştirdi mi?” diye sormuş. Cevaplar şöyle:
Yüzde 61: Hayır değiştirmedi
Yüzde 15: Evet değiştirdi.
Yüzde 24: Cevap yok veya fikrim yok.
İktidarı rahatlatacak bir sonuç değil ama “Deprem iktidarı iyice yıprattı, artık kesin gidiyorlar” diyen muhalifleri haklı çıkaracak mutlak bir sonuç da yok ortada.
ALF Araştırma’nın 21-25 Şubat tarihleri arasında 24 ilde 2000 kişi ile yaptığı "Bu Pazar Milletvekili Seçimi Olsa, Hangi Partiye Oy Verirsiniz?" anketinin sonuçları da Cumhur İttifakı’nın yüzde 35.1, Millet İttifakı’nın yüzde 47.6 oy oranına sahip olduğunu söylüyor.
Yani, hâlâ kesin olan hiçbir şey yok. Bu sonuçlar bize politik olarak ‘müphem’ bir antraktta olduğumuzu söylüyor.
Politik olarak ‘müphem’ ama sosyolojik olarak ‘muhkem’ bir sonuç var burada. Covid-19 pandemisi bir şeyi görünür kılmıştı, şimdi deprem iyice netleştirdi: Ölüm-kalım meselelerinde bile toplumun kutuplaşmış ya da çatışan kesimlerinin birleşmesi, ortaklaşa bir tepki vermesi çok zor. Bu da pek hayırlı bir şey değil.
Aynı röportajda Tarık Hoca, ortada büyük bir huzursuzluk olduğunu kabul etmekle birlikte, yine “Ama...” diyor ve devam ediyor: “Tarihin bize gösterdiği şey şu; olaylar öyle dizayn edilebilir şeyler değil. Buradan her şey çıkabilir. Buradan faşizm de çıkabilir. Bu enerji tümüyle kızgınlığa dönüşüp faşizmi de çağırabilir, tam tersine dayanışmacı toplum örüntülerini de çağırabilir.”
Demek ki, süreç illa şu yöne doğru ilerleyecek diyebileceğimiz nesnel bir zorunluluk hali yok ortada; nereye varacağımız belli değil, müphem. Nihayetinde çağ itibarıyla, dünyanın önemli sosyal bilimcilerinin “akışkan modernite” veya “risk toplumu” diye tanımladığı, yani belirsizliğin köklerinin küresel alana yayıldığı, ele avuca gelmez bir gerçeklik içinde yaşıyoruz. Önümüzdeki seçim bile hiç kimse için “çantada keklik” değil; böyle bir mutlak belirlenmişlik yok, ne olacağını bilemiyoruz. Cehaletimizden, dikkatsizliğimizden ya da kalın kafalılığımızdan ötürü değil, sistemin kendi doğasından ötürü böyle bu. Geçen yüzyılda Avrupa'nın en külyutmaz simaları bile faşizmin, bırakın sonraki totaliter türevlerini, ilk çarpıcı yükselişini ve yayılışını bile öngörmeyi başaramamıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı toplumsal yıkım, kapitalizmin iktisadi buhranı vs. Avrupalı entelektüelleri toplumdan gelecek ileriye dönük bir kalkışma beklentisi içine sokmuşken, tam aksine, yıkımın ve buhranın mağdurları gerici seçmenler olarak tabur tabur faşizme yazılmışlardı.
O yüzden, “Nasıl olsa gidiyorlar” ön kabülü ve rahatlığıyla hep yüzde 47’ye oynamanın, muhalefet ettiğinizi zannederek “hazır kıta”yı bilince boğmanın anlamı da yok, faydası da.
İnsan eylemliliğinin bütün türlerinde olduğu gibi siyasette de toplumsal yararlılığın en iyi ölçütü, (eskiden olsa “yeni bir dünya kurmanın” derdik, ama artık yalnızca) dünyayı kurtarmanın olanaklarını kullanma becerisidir. Bu beceri uyarınca kendimizi “elde var bir” görünenlerden sıyırıp, belirsize, müphem olana yönlendirmemiz gerekir.
İçinde bulunduğumuz ânın güvenilmezliği ve bunun yanında geleceğin de henüz belirlenmemişliği, belki sürekli bir yenilgi riskine maruz kalmamızı kaçınılmaz kılacak. Ama aksi halde hiç bitmeyecek olan bir belirsizlik içindeyken gelecek hakkında tercih bildirmeye mecburuz. O tercihin ne olduğu da açık. Bugünlere çok yakışan “aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği” sözüyle meşhur, büyük İtalyan Antonio Gramsci, geleceği öngörmenin tek yolunun, onu istenmeyen senaryolardan uzak tutabilmek ve arzu edilenle uyumlu kılabilmek için güç birliğine gitmek olduğunu söylüyordu. Başka hiçbir şey bu “müphemlik”te “kontrolü elden bırakmamayı” bu denli vaadedemez.
Toplumun kutuplaşmış ya da çatışan kesimlerinin hali hazırda ölüm-kalım meselelerinde bile birleşemiyor, ortaklaşa bir tepki veremiyor oluşu da bu vaadin önüne geçecek bir tahammüle sahip değil. Bir zamanlar “kâhin” ya da “medyum” dediğimiz ama artık “bilim insanı” ya da “uzman” demeyi uygun gördüğümüz kişiler yakın gelecekte ne gördüklerini, aklı ve duyguları âna çakılı olan bizlere kesin bir dille söyleyip, bir adım sonrasında başımıza gelebilecekler hakkında çok net biçimde uyarıda bulunuyorlar.
Bu koşullarda, solcusu sağcısı, laiki dindarı fark etmez, toplumsalcı ekonomi, demokratik siyaset hepimiz için ideolojik ya da ahlâki bir tercih değil, nesnel bir zorunluluk.
Ama toplumda büyüyen hoşnutsuzluğun, kendiliğinden gelişmiş gündelik protestoların toplumsalcı ekonomiyi, demokratik siyaseti yaratmada tek başına yeterli olmayacağı, yakın ya da uzak siyasal tarihin deneyimleriyle bilinen bir gerçek.
Bunları gündelik ve gelip geçici olmaktan çıkartıp karşı hegemonya üretebilen siyasal yapılara dönüştürebilmek, deprem sonrası gelişen dayanışmanın derinliğiyle kitlelerin (yalnız bırakılmışlıklarına, umursanmaz oluşlarına gönül koymuş ya da kızmış olsalar bile) değerler ve inançlar sebebiyle sisteme uymaya devam edebiliyor oluşları, ya da Tarık Hoca’nın deyimiyle, gidip gidip yine “kendi değerlerine en yakın olana yanaşmaları”nın sığlığı arasında açılan boşlukta beliren tehlikeleri savuşturabilmekle ilgili. Bunları zaten gerçeği aldanımsız görüp algılayabilen pek çok insan yazıp söylüyor. Yazıp söyleniyor ama henüz kurumsal aktörlerini bulmuş değil. Yani, askıda politik ve ideolojik bir vazife var, dileyen buyursun alsın.