YAZARLAR

Aslında dünya bizi ardında bıraktı

Netflix'te yayınlanan "Dünyayı Ardında Bırak"ın mesajı açık: İçinde bulunduğunuz bu berbat durumdan kurtulmak için belki de tek yol herkesin işlerin kontrolünü kendi eline alması gerektiği! Artık çok geç olsa da! Bizce bu bile tek başına yeterince korkutucu!

Distopik filmlerin özellikle son 20 yılda ne kadar arttığını ve ne kadar önem kazandığını bilmem tekrar etmeye gerek var mı? Marvel yapımlarının bile senaryolarında kullandığı 'post apocalyptique' (kıyamet sonrası) dünya, önce yönetmen Roland Emmerich’in deyim yerindeyse 'iştahını kabarttı' ve onun gösterişli örnekler çıkarmasını sağladı. Sonrasında M. Night Shyamalan'dan Steven Spielberg'e kadar birçok isim filmlerini böyle bir ortamda konumlandırdı.

Shyamalan’ın benzer sularda gezinen son filmi "Kulübeye Tıklat"ın görüntüleri halen hafızamızda tazeyken bu sefer Sam Esmail, Netflix platformunda yayında olan yeni filmi ile aynı yolda ilerliyor. "Dünyayı Ardında Bırak"ı seleflerinden ayıran asıl nokta ise filmin bu sefer 'kıyamet sonrasında' bir dünya değil 'kıyamet öncesi' bir dünya sunması…

Bildiğimiz dünyayı yıpranmış, büyük hasar almış hatta yok olmuş bir şekilde sunan filmlerin artması, günümüzde giderek daha çok dile getirilen küresel ısınma, doğanın fabrika atıklarıyla kirlenmesi, tüketim toplumunun artması gibi birçok nedenle açıklanabilir. Ama bizce dünyaya karamsar bir bakış atan bu 'akım', bireycilik, grup psikolojisi, yabancı korkusu, anlamlandırılamayanı önyargılarla değerlendirme gibi birçok sosyolojik konuya da parmak basıyor.

Sam Esmail ve Julia Roberts, 'Homecoming' dizisindeki işbirliğinden memnun kalmış olacaklar ki bir kere daha "Dünyayı Ardında Bırak" filmiyle seyircilerle buluşuyorlar.

"Dünyayı Ardında Bırak"ı ait olduğu türde bir yere koymaya çalışırsak, daha çok kapalı mekan psikolojik gerilimi ve doğal felaket filmlerini harmanlayan ama bütün bu tarzları 'aktüalize' ederek seyirciyi bir 'tekinsizlik' ve 'bilinmezlik' dünyasına salan bir film olarak sayabiliriz. Ancak bizce asıl can alıcı nokta şu: Bu 'bilinmezlik' duygusu nadiren de olsa 'sonunu getirememe' gibi bir açmaza düşüyor, çoğunlukla ise filmdeki 'paranoya' hissini güçlendirerek zirve yapıyor. Bu açıdan filmde ufak bir dengesizlik göze çarpıyor. Bu konuya tekrar döneceğimizi not düşerek hikayeden bahsedelim:

Amanda Sandford, iki çocuklu bir ailenin annesi, rahat bir yaşamı olmasına rağmen New York’taki iş hayatından bezmiş ve gündelik yaşamından bıkmış bir kadındır. Ailesine haber bile vermeden Long Island’da bir kır evi kiralar ve onlarla beraber kısa bir tatil için oraya gider. Vardıklarında yaşadıkları iletişimsizlik (internet ve telefon hatlarında kopukluk vardır) başta fazla rahatsızlık vermese de çevrede yaşanmaya başlayan garip olaylar ve evin asıl sahibi G. H Scott ve kızı Ruth’un bir anda eve gelmeleri işleri daha da karışık bir hale dönüştürür. Bu iki aile, dış dünyada bir 'tehdit' olduğunun farkına varırlar ve hem kendilerini korumaya hem de bu durumu anlamaya çalışırlar.

DOĞANIN 'KRİZ' GEÇİRMESİ

Sel, deprem, yanardağ patlaması veya heyelan gibi 'doğal felaket' filmlerini ve uzaylı istilası gibi fantastiğe kayan yapımları bir kenara koyarsak, doğanın kriz yaşaması hatta isyanı bizce çok ilginç açılımlar getirebildi Örneğin birçok kişinin aksine bizim beğendiğimiz Shyamalan’in "Happening" filmi bu konuya yeni bir bakış getiriyordu: Filmde yaşanan cinnet olayları, doğanın onu (dolaylı olarak olsa da) kirleten insanlara karşı adeta savaş açmasını gösteriyordu.

Bu filmdeki bir diğer ilginç nokta, filmin hala 11 Eylül travmasını atlatamamış ve yaşanan her 'cinnet' olayını (kendini hayvanat bahçesinde vahşi hayvanlara parçalatan birini görseler bile) teröristlere bağlayan bir Amerikan toplumunu mercek altına almasıydı!

"Dünyayı Ardında Bırak" filmine dönecek olursak: Burada doğa ve verdiği sert tepki daha çok ikinci planda… Filmdeki 'isolé' (merkezden uzak) evin etrafında rahatsız edici ve bir şeylerin 'ters' gittiğini hissettiren bir atmosfer var ama bu sefer tehlikenin 'baş aktörü' doğa değil de onu şekillendirmeye çalışan insanlar ve onların teknolojik aygıtları! Artık hepimizin hayatında çok büyük bir yer tutan bütün bilgisayar, tablet ve akıllı telefonlar burada bilinmeyen bir nedenle adeta 'iflas ediyorlar' ve başkarakterleri tedirgin eden şey önce iletişimsizlik oluyor. Ancak sonrasında sanki sorun iletişim aygıtlarının 'gereklilik' mertebesinden 'vazgeçilmezlik' seviyesine çıkması oluyor.

Burada aslında yönetmen iki değişik jenerasyonun (yani bir tarafta anne ve baba diğer tarafta ise çocuklar) teknolojik aygıtlara olan gereksinim ve bakış açılarının arasındaki farklılığın da altını çiziyor. Anne Amanda ve baba Clay bu tür aygıtları kararında ve sonrasında hayatta kalmak için kullanırken çocukları Archie ve Rose doğal olarak daha çok eğlenmek ve zaman öldürmek için kullanıyorlar. Ama tablet ve akıllı telefon kullanımları ciddi bir bağımlılık haline gelmiş. Hatta gündelik hayatlarında bir değişiklik yaratacak olan kır evine anne ve babalarıyla giderken bir kere bile başlarını kaldırıp etrafa bakmıyorlar!

BERABER GÖRÜNSE DE DAĞILMIŞ BİR AİLE

Stanford ailesi etrafta 'garip' olaylar başlayana kadar huzurlu en azından normal duruyorlar. Ama aslında ailenin kalbinde 'kaynayan bir kazan' da var. Bunu yabancıların (Scott ve Ruth) yanlarına gelmeleri başlatmıyor, belki sadece arttırıyor.

Öncelikle Amanda’nın en baştan insanları artık ne kadar 'itici' bulduğunu hatta belli ölçülerde 'mizantrop' bir karakter olduğunu görüyoruz. Böyle ruh halinde bir annenin yuvasında her bireyin mekansal olarak aynı yerde olsa da aslında her birinin başka başka (çoğunlukla sanal) evrenlerde olması şaşırtıcı değil! Örneğin Amanda’yı sık sık telefonda, eşini radyo başında görüyoruz. Oğulları internetten müzik dinliyor, kızları ise Netflix’te diziler izliyor. Başka bir deyişle ailenin her bireyi adet birer dev 'fanus'un içinde!

Özellikle ailenin küçük kızı Rose’un bu 'fanusunun kırılması' belirleyici oluyor: Küçük kız, internet bağlantısını kaybedince etrafına bakmaya, gerçek dünyanın tablet ekranında izlediği dizilerden çok farklı olduğunun farkına varmaya başlıyor. Bu 'yeni' bakış sadece etraftaki güzellikleri görmek değil aynı zamanda ailesinin etrafında dolaşan tehlikeleri görmek açısından da hayati bir önem kazanıyor. Örneğin ailece gittikleri o 'plaj' sekansında Rose hala pür dikkat tabletindeki diziyi izleseydi kim bilir ailenin akıbeti ne olurdu?

Aslında çağımızda artık aşırıya kaçan 'sanal iletişimler' ve dijital platformlar (bu arada filmin ironik bir biçimde Netflix’te olmasına değineceğiz) gibi konuları eleştirmek tabii ki yeni bir şey değil! Ancak yönetmen Esmail bunu 'varoluşsal' temalarla zenginleştiriyor. Yaşadığımız toplumun sapmaları, iletişim bozuklukları, sosyal veya ırksal önyargıları gibi temaları filmin 'paranoyaya' sevk eden, zaman zaman adeta 'nefes alınamaz' hale getiren atmosferini güçlendirmek için kullanılıyor. (Örneğin Amanda belki de farkında olmadan eve gelenlere karşı ırkçı bir tavır takınıyor!)

YÖNETMEN VE ‘GÖZ KIRPMALARI!’

Yönetmen, daha önce 'Mr Robot'la kanıtlamış olduğu yeteneğini bir kez daha gösteriyor: Sık sık kullandığı zoomlar, travellingler, iç ve dış mekan arasındaki geçişler asla bir 'göz boyama' havası estirmiyor. Her biri filmin akışına güç katıyor.

Bu arada yönetmen birçok planda yeni ve eski filmlere 'selamlar' veriyor ama onları taklit etmiyor, etkileyici sekansları için referans kaynağı gibi gösteriyor. Örneğin filmin başında ailenin araba içinde yolculuk sekansında, aile bireyleri arasında adeta 'su gibi' akan kamera "Children of Men" (Son Umut) veya "War of the Worlds" (Dünyalar Savaşı) filmlerinin planlarını hatırlatıyor. Aynı şeklide filmdeki iç mekan ve dış mekan geçişlerinde de "Panic Room" (Panik Odası) filminden esintiler görmek de mümkün. Ancak bizce yönetmen asıl Clay’in yollardaki araba sekansında büyük üstat Alfred Hitchcock’un "North by Northwest" (Gizli Teşkilat) ve "The Birds" (Kuşlar) filmlerine selam veriyor!

Bu arada filmin atmosferine büyük katkıda bulunan Mac Quayle’nin 'anti-oksijen' müziğinin ve Lisa Lassek’in kıvrak kurgusunun da hakkını vermemiz gerekir.

Sürprizleri bozmamak için detaylara girmeyeceğimiz final sekansı için (özellikle pandemi döneminde) sarıldığımız bazı eski 'değerleri' bırakmamızda katkıda bulunan Netflix’in bu filmi yine kendi kanalında yayınlamasının hoş bir özeleştiri ve bizi düşünmeye iten bir buluş olduğunu söylemekle yetinelim. Kendi adıma bu finali çok beğendiğimi söyleyebilirim.

OBAMA ÇİFTİ YAPIMCILARDAN

Filmin bir diğer dikkat çeken noktası tabii ki yapımcılardan ikisinin Obama çifti olması oluyor. Öğrendiğimize göre Obama çifti, Netflix kanalıyla 2018 yılında sağlam bir kontrat imzalamışlar. Dolayısıyla yönetmen Esmael senaryosunu tamamlarken zamanında adeta dünyanın gidişatına yön veren kişilerden biri olan, eski başkana danışmış.

Tabii ki yapımcı koltuğunda kimin oturduğu düşünülünce filmdeki bir karakterin "Kimse yönetmiyor! Kimse perdenin arkasında değil!" diye konuşması biraz gülünç duruyor.

Filmin mesajı ise açık: İçinde bulunduğunuz bu berbat durumdan kurtulmak için belki de tek yol herkesin işlerin kontrolünü kendi eline alması gerektiği!

Artık çok geç olsa da! Bizce bu bile tek başına yeterince korkutucu!


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .