Ataerkiyi ifşa eden kadınlar, arkaik korku salınımı
Ataerkil sistem, tacizin inkarının en önemli sağlayıcısıdır. Bu sistem bağlamında tacizin normalleştirilmesi ve gerekçelendirilmesi, biyolojik cinsiyetten bağımsız hareket eder.
Tuğba Kurt Ulucan*
“Bu mahalleye Cenevizlilerden kalmışım.
Bir elli altı santimlik bir kule olarak
Ferman tarihinse
Göğe doğru uzanan bu beden de bizimdir icabında.”
Didem Madak, Pulbiber Mahallesi.
Kadınların, bedeninin ve cinselliğinin toplumsal öğeler (aile, din, hukuk, politik sistem) tarafından denetim altına alınması ataerkil sistemin ana mekanizmasıdır. Bu ana mekanizmanın dayandığı sistem, kadınları kapalı bir alana hapsederek erkeklerin egemenliğini meşrulaştırmayı amaçlar. Bu amaca istenen cevabı vermeyen ve bu düzene meydan okuyan kadınlar ise eril sistem tarafından baskılanır, tehdit edilir, dışlanır ve daha çok da aşağılanır. Ve bir şekilde toplumun dışına itilir. Özellikle cinsel taciz ve cinsel şiddet söz konusu olduğunda ise bu meşrulaştırma daha da aktifleşir. Çünkü eril sisteme ait olan “yıkıcı, kötü düşüncelerin”, tacize uğrayan kadına boca edilmeye dönüşmesi gerekir. Bu yıkıcılığın sahibinin (eril özne) metabolizma edilmeyen endişe süreci ise tacizi inkâr etmek için ya da tacize gerekçeler üretmek için farklı bir forma girer. Böylece eril sistemin korkusu ve kaygısı; güç üzerinden iktidarlaşmaya, güç uygulayarak şiddetin bir biçimi olarak “tacizi” meşrulaştırmaya, aynı zamanda gerekçelendirmeye dönüşür. Tabii olarak, gayet sistemli çalışan bu sistemden nasibini alan, yine bu eril şiddete dur demeye çalışan ifşacı kadınlar olur.
Ataerkil sistemde tacizin anlamı; hem şiddet üzerinden baskılayan bir cinselliği hem de kadının iradesinin yok sayıldığı cinsel bir obje konumunu açıklar, üzerine düşündürür. Bu açıdan bakarsak ataerkil sistem, tacizin inkarının en önemli sağlayıcısıdır. Bu sistem bağlamında tacizin normalleştirilmesi ve gerekçelendirilmesi, biyolojik cinsiyetten bağımsız hareket eder. Sistemin söylemi hem kadına hem de erkeğe toplumsal dil üzerinden zımnî bir şekilde geçirilir. Bu toplumsal dilin oluşturduğu baskının, zihnimizde kocaman bir boşluk, boşluğun içini yapışkan bir malzeme ile kaplayan bir inkâr mekanizması yarattığını düşünüyorum. Ve bu mekanizma da sosyal medyada önümüze çıkan erkek özneyi tedirgin eden ifşacı bir kadının paylaşımına “acaba doğru mu?”, “o da çok açık giyinmemiş mi?” gibi soruları sordurtur. Üzülmek, isyan etmek yerine önce yok saymaya, hak ettiğine dayandırmaya çalışmamızın kaynağı da işte tam olarak bu inkâr mekanizmasıdır. O yüzden de gündemdeki şovmenimiz, sosyal medya paylaşımında şunları dememiş midir? “Ben onun nişanlı olduğunu bile bilmiyordum. Mehmet'i olayları kapalım, üstünü örtelim diye davet ettim. Çünkü hem kamuoyu hem biz hem de o taraf çok rahatsız oldu. O da beni kırmadı, davetimi kabul etti geldi ve yemeğimi yedi". İşte tek tuşla çekilen bir videoyla kapatılmaya, bastırılmaya çalışılan gerçeklik ve bu inkâr mekanizmasının nasıl çalıştığına örnek bir paylaşım. Tabii bu paylaşımda başka bir konu daha var. Ataerkil sistemde özne olamayan nesne konumundaki kadının yaşadığı olayı, kendisinden ziyade 'onun sahibi olarak görülen' erkek özne, yani nişanlısıyla hallediliyor olması. Çünkü kadın 'susmalı', inkârı kabullenmeli. Ama bu sefer ataerkil sistem, beklediği cevabı alamıyor genç kadından. Hızlıca bir cevap geliyor, bir kez daha meydan okuyarak. Şöyle yazıyor Ece Ronay, "Özür meselesinin benimle hiçbir alakası yok. Erkekler kendi arasında benim meselemi konuşup anlaşırken fikirlerimi almaya gerek duymamış."
Tabii bu cevapla bizlerin içine su serpiliyor, karşı tarafta muhtemelen arkaik korku salınımları başlıyor. Susturulma, çarpıtılma, dışlanma da sanırım yaramıyor her defasında, değişen bir şeyler var elbet “Z” kuşağıyla. Dolayısıyla ataerkil sistem istediği kadar kadını dışlasın ve kendi yarattığı sistemden güç alsın. Bu sisteme uyum sağlamayan kadınlar, eril erkeklik için bir tehdit olmaya devam edecekler. Eril tahakküme meydan okuyan kadınlar da bu inkarlarıyla donanmış erkek özneleri elbet bir gün kendileriyle yüzleştirebilecekler. Eril erkeklerin kendi içindeki kötüyle yüzleşemediği yerde, bu kötüyü projekte edeceği nesne konuma geçirdiği kadınlar artık “günah keçisi”, “suçlu” olamayacaklar. Çünkü artık bizler fizyolojik bir dayanağa yaslanarak ayrılan bedenlerimizi, yani kadın ya da erkek oluşumuzun bizlere sessizce söylediği şeyleri ayırt edebiliyoruz, en azından böyle bir gayretimiz var. Bu bize sessizce söylenenlerin belleğini; literatürün, tarihin ve kültürün söylemlerini oluşturduğunun da farkındayız. Cinsiyet ve cinsiyetin dayandığını beden; siyasi, kültürel ve toplumsal dinamiklerin kapsamı alanına dahil oldukça, cinsiyetin gerçekliği de sürekli bu öğeler çerçevesinde inşa edilip duracak bunu da biliyoruz. Dolayısıyla mikroda her birimize düşen sorumluluk ataerkil sistemin yarattığı erkekliğin bedenlerde ve zihinlerde var olan inşasının dayanaklarını inkâr ederek toplumsal olarak bastırmamak. Zihinlerimizi serbest düşürdüğümüz bir yerde hem kadına hem erkeğe neler söyleniyor duyalım o zaman… Duyalım ki, inkarlarımızla yüzleşelim. Yüzleşelim ki toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı bir değişim için adımlarımızı hızlıca atalım. Didem Madak’ın da dediği gibi “Ferman tarihinse, göğe doğru uzanan bu beden de bizimdir icabında”.