Avrupa Birliği ile köşe kapmaca
AB ve Türkiye ilişkilerinde haklar ve ilkeler o kadar geri plana atılmış ve karşılıklı ilişkilerde zihnen o kadar yakınlaşılmış ki, arada von der Leyen’i bile ezen bir “kabalık” söz konusu olabiliyor.
Avrupa Birliği ile Türkiye’nin “yakınlaşmadığını” artık kimse iddia edemez. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in Ankara ziyaretinde, Cumhurbaşkanlığı’nda kabulü esnasında “ayakta bırakılması”, tam da anlayışta yakınlaşmanın nişanesi gibiydi. AB’nin en üst düzey iki isminden biri Ursula von der Leyen’in ayakta kalıp sonunda kanepede kendine yer bulmak durumunda kaldığı tablodan; iki erkek, AB Konseyi Başkanı Charles Michel ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın rahatça koltuklara yerleşmesinden bahsediyorum. Bu kare, sadece üç eşite uygun bir oturum ayarlanmaması hatasından ibaret değildi; Michel’in de var olan iki koltuktan birini “kapıverip” bu duruma aracı olması da dikkat çekiciydi.
Ursula von der Leyen kariyerinde, Avrupa standartları çerçevesinde, hem Almanya Savunma Bakanlığı yapıp hem de AB’nin zirvesine çıkmış olabilir; ama AB sınırları dışına çıkınca “koltuksuz” kalıverme gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalıyor. Tabii, von der Leyen’in, Türkiye gibi ülkelerde pek mümkün olmayacak şekilde, tüm kariyer başarısıyla beraber bir de 7 çocuk sahibi olduğunu da hatırlara getirelim.
Hakikaten de AB ve Türkiye ilişkilerinde haklar ve ilkeler o kadar geri plana atılmış ve karşılıklı ilişkilerde zihnen o kadar yakınlaşılmış ki, arada von der Leyen’i bile ezen bir “kabalık” söz konusu olabiliyor. Bu tablo, iki tarafın da ortak “eseri” tabii: AB’nin de Türkiye’yi “at pazarlığı” yapılacak ve kendi uydurdukları jargon uyarınca “havuç ve sopalarla” terbiye edilecek bir dış mihrak olarak görmenin hata olduğunu anlaması lazım. Karşılıklı irtifa kaybı, gelip dönüp tarafların birbirine karşı seviye kaybına yol açıyor ve sadece beraber “düşülüyor”. Bu tablonun, AB’nin siyasî rotasını belirleyen Konsey ile yürütmeden sorumlu Komisyon arasında da kurumsal soğukluğa yol açtığını belirtelim.
Bunun dışında, AB’nin iki başlıca yöneticisinin Ankara ziyaretinin en önemli yönü, “beraber fotoğraf vermek” idi. Geçen sonbahardan beri AB, Türkiye ile ilişkilerinde “pozitif gündem” kavramını kullanıyor: Pozitif gündem de, beraber çalışılabilecek konuların ön plana çıkarılmasından ibaret. Klasik bir çatışma çözümü taktiği olan, üzerine konuşulabilecek “daha yumuşak”, ortak diyalog noktalarının vurgulanmasından başka bir şey değil “pozitif gündem” jargonu. AB-Türkiye özelinde de, “kolay lokma” konu olarak, Suriyelilere yönelik “Göç Mutabakatı” seçilmişti. “AB’nin, Suriyelilerin sınırları dışında tutulmasına ihtiyacı var; Türkiye de karşılığında para alıyor” gibi kaba bir anlayıştan bahsediyoruz. Öte yandan, 2016’da işlemeye başlayan ve yaklaşık 6 milyar euronun Türkiye’deki Suriyelilere destek için çalışan kurum ve örgütlere, kontratlar karşılığı aktarılması kâğıt üzerinde tamamlandı. 2022’ye kadar “uzatmalar” oynanacak ve ardından “Göç Mutabakatı”, artık devrede olmayacak. Ürdün ve Lübnan’la, oradaki Suriyeliler için yeni anlaşmalar yapılırken, AB’nin, sınır komşusu Türkiye ile de benzer bir anlaşmayı sürdürmemesi düşünülemezdi. Türkiye ve AB arasında teknik heyetler ve üst siyaset, öncelikle “rakam” üzerinde anlaşacaklar. AB sınırlarından içeri girmeyi başaran mültecilerin de Türkiye’ye geri gönderilmesi gibi “işlemediği” düşünülen meseleler ve anlaşmaya varılan meblağın, nereye nasıl harcanacağının konu başlıkları da müzakere edilecek.
AB’nin ilişkisini tamamen ıskartaya çıkarmaktansa, ilişkiyi “mecburî hizmet” olarak görüp “gereklilikleri minimum düzeyde yerine getirecek kadar muhatap olma” politikası ile karşı karşıyayız. Ancak pozitif gündemin sınırları belli: “Göç Mutabakatı’nın yanına bir de promosyon tarak veriyoruz” gibi, Gümrük Birliği’nin güncellenmesinin/modernizasyonunun eklenmesi ötesine geçebilecek ortak konu bulunamıyor. Dahası, 27-29 Nisan’da Cenevre’de Birleşmiş Milletler sponsorluğunda başlayacak “5+1 Toplantısı”, yani Kıbrıs Meselesi’nin yeniden görüşmeye başlanması ve genel olarak da Doğu Akdeniz ilintili sorunlar, Ankara’nın işbirliğini gerektirecek “sert” bir gündem maddesi. BM’nin kurduğu masada, Yunanistan, Türkiye, Kıbrıs’ın iki tarafı ve garantör devlet statüsündeki bir diğer taraf Britanya yer alacak.
Türkiye, Cenevre’deki masaya Kıbrıs Sorunu’nun “iki devletli çözümüne” odaklanarak oturacağa benziyor. Güney Kıbrıs’ın lideri Nikos Anastasiadis’in de, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile sohbetlerinde “iki devletli çözüme” sıcak baktığı mesajını verdiğini biliyoruz. İki devletli çözüm, Kuzey Kıbrıs’ın uluslararası bakımdan tanınmasını sağlayabilir: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da, “tarihe, adımı Kuzey Kıbrıs’ın dünya tarafından tanınmasını sağlayan lider olarak da geçirdim” diye, Türkiye kamuoyuna bir “başarı hikayesi” sunması da söz konusu olabilir. Bu noktada, “Mavi Vatan” doktrini de tabii, fiilen rafa kalkmış olur. Kıbrıs Meselesi dışında, Doğu Akdeniz konusu ve Yunanistan ile ilişkilerde de “Mavi Vatan”ın adının kaldığı, politik ömrünün dolduğu bir dönem yaşanıyor olabilir. “Amiraller Vakası”na bir de bu gözle bakmak lazım.
AB ile, “büyük resmimizde” bu detaylar da var: Tabii, Ankara havası bu; bir anda başka başka haller de esebilir.