Avrupa nasıl bir seneye başlıyor?
Almanya’da Eylül 2021’deki seçimler aslında şöyle bir tablo sunuyor: Türkiye’de, Recep Tayyip Erdoğan gibi ülke ve bölge siyasetine damgasını vurmuş bir ismin, politikayı bırakıp emekliye ayrılmayı seçtiğini düşünün... İşte Almanya’da ve “büyük resimde” Avrupa’da, böylesi büyük bir dönüşümün arifesindeyiz.
2021, birçok açıdan Avrupa için bir dönüm noktası. Öncelikle, Avrupa Birliği’nin “amiral gemisi” Almanya’da birçok değişiklik yaşanacak. Bu yazıda, özellikle Almanya’daki değişim sürecine odaklanacağız; sonra da, diğer yazılarda Brexit’in etkilerine, Fransa’nın durumuna, Çin ile Avrupa Birliği’nin sene sonunda gerçekleştirdiği onlarca anlaşmanın getireceklerine ve ABD’de Joe Biden yönetiminin Avrupa’yı nasıl etkileyebileceğine bakacağız. Ancak, önce Almanya: Orada yaşanacaklar, hem Avrupa hem de Türkiye’yi çok etkileyecek çünkü...
26 Eylül’de Almanya’da gerçekleşecek genel seçimler, ülkenin siyasetinde büyük bir değişikliği getirecek: Şansölye Angela Merkel, politikayı bırakıyor.
Merkel’in en büyük başarısızlığı, fazla başarılı olması: Kendisinden doğan boşluk gerçekten çok büyük olacak.
Almanya gibi planlı programlı ve “beklenmedik durum planlarına” alışkın bir ülke için de, “Merkelsizlik” gerçekten zor bir durum olacak. Gerçi, Merkel’in 2000-2018’de liderliğini yaptığı Hıristiyan Demokrat Parti (Christlich Demokratische Union Deutschlands-CDU), hâlâ ülkenin açık ara en güçlü partisi. Noel tatili arifesinde, Kalman Araştırma'nın 23 Aralık 2020’de açıklanan çalışma sonuçlarına göre, CDU’nun şu anki oy seviyesi yüzde 36. Buna karşılık, ülkenin bugünkü ana muhalefeti konumundaki Yeşiller (Grüne) yüzde 18 ve uzun yıllar ülkenin ikinci büyük partisi olan Sosyal Demokrat Parti (Sozialdemokratische Partei Deutschlands-SPD) ise yüzde 16 seviyesinde.
Diğer bir deyişle Almanya’da, neredeyse Macaristan gibi popülist sağ iktidarların egemen olduğu ülkelerdeki gibi, muhalefetin iktidarın çok gerisinden geldiği bir oy dağılımı söz konusu. Şu an Türkiye’deki oy dağılımına da çok benziyor Almanya’daki...Ve Almanya’da Eylül 2021’deki seçimler aslında şöyle bir tablo sunuyor: Türkiye’de, Recep Tayyip Erdoğan gibi ülke ve bölge siyasetine damgasını vurmuş bir ismin, politikayı bırakıp emekliye ayrılmayı seçtiğini düşünün... İşte Almanya’da ve “büyük resimde” Avrupa’da böylesi büyük bir dönüşümün arifesindeyiz.
Merkel’in selefi olarak seçtiği Annegret Kramp-Karrenbauer, deyim yerindeyse “tutmadı”. 2018’de CDU liderliğine geldi, ancak şimdiye değin bu rolü sadece “temsili” olarak sürdürebildi. 2018 sonundan beri partinin genel sekreteri olan Paul Ziemiak ise, liderlik sürecini asıl yürüten kişi. Ziemiak, henüz 30’larında, Polonya göçmeni bir isim: Dinamik ve tabandan gelen bir kişi ama partiyi Kramp-Karrenbauer ile “idareten” yürütüyor.
15-16 Ocak 2021’deki kongre, Hıristiyan Demokratların yeni liderinin ve CDU’nun şansölye adayının belirlenmesi açısından önemli bir tarih.
Şimdilik liderliğe soyunan üç aday var: Kuzey Ren Vestfalya Eyalet Başbakanı Armin Laschet, CDU’nun Genel Sekreter Yardımcılığını da yapan, gazeteci kökenli bir isim. Merkel’in sadık bir destekçisi olan Laschet, 60 yaşında ve pek de “karizmatik” sayılamayacak bir siyasetçi. En önemli özelliği, muhafazakarların liberal kanadını; dolayısıyla da CDU ve Almanya için, Merkel sonrası döneme “yumuşak geçişi” temsil etmesi. Laschet’in Türkiye’ye yaklaşımı ise, ticaret odaklı ve pragmatik: Almanya’nın sadece insan hakları ihlalleri ve demokrasi standartları kendininkine denk ülkelerle işbirliği yapamayacağını söylüyor.
Buna karşılık, Almanya’nın kendisi için Laschet, göç konusuna Merkel’in 2015’te olduğundan bile ılımlı baktığından “sağdaki en sol” seçeneklerden biri.
Almanya’nın federal meclisi Bundestag’ın Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Norbert Röttgen de, CDU liderliğine diğer bir aday. Laschet gibi, daha liberal kanatta kalan Röttgen’in başlıca özelliği ülkenin eski Çevre Bakanı olması. CDU’yu “daha feminen, daha dijital ve daha çevreci” yapmayı vadeden Röttgen, dış ilişkilerde ise “insan hakları ilkeleri ve demokrasi kriterlerinin ön planda olması gerektiği” düşüncesinde.
Laschet ve Röttgen, birbirlerine çizgi olarak kaba hatlarıyla benziyorlar; ancak Röttgen, Almanya’da kamuoyunun öncelikli gündem maddesi olan küresel iklim krizi konusunda daha donanımlı.
Ancak, bu iki adayın önüne geçen “karizmatik” aday ise, “Almanya’nın Trump’ı” olarak adlandırılan Friedrich Merz. Kendisi, bir şirket avukatı; Donald Trump’a benzetilmesinin nedeni ise, hem siyasi çizgisi hem de “karanlık” bağlantıları.
Merz, yakın zamana değin “Black Rock” adlı dünyanın en büyük yatırım fonunun Almanya şubesinin yönetim kurulu başkanıydı: 6 trilyon euro'luk bir sermayeyi kontrol eden Amerika merkezli Black Rock, “gölge bankacılık sisteminin” bir parçası. Yani, banka gibi faaliyet gösterip de herhangi bir denetime tabi olmayan finansal yapıların en tepesinden geliyor. Black Rock tipi finansal fonlar, dünya genelinde hiçbir kurala uymadan hızla para transferi yaparken ülkelerin ekonomilerini sarsabiliyorlar: Kural tanımayan, denetime tabi olmayan bu yapıların, 2007-2008 küresel ekonomik krizinde de etkisinin büyük olduğu söyleniyor. Dahası, Black Rock ABD savunma ve silah sanayiinin en büyük yatırımcılarından. Günümüzde, Black Rock’un elinde bir kart daha var: Amazon, Google, Facebook gibi sosyal medya/internet temelli büyük şirketlerdeki yatırımları.
Bu arada, ABD’nin yeni başkanı Joe Biden’ın ekonomi yönetimi takımından iki üst düzey isim, Brian Deese ve Wally Adeyemo da, Black Rock'ta çalışmışlar. 2013’ten bu yana ABD’de kendilerine yönelik denetim mekanizmasının sıkılaşması tehdidini, Beyaz Saray’da lobi faaliyetleriyle atlatan Black Rock, Trump döneminde çok mutluydu. Trump sonrası ise sıkıntılı bir döneme girebilirlerdi-ancak belki Joe Biden yönetimini de şimdiden kendi yanlarına çekmiştir.
Friedrich Merz’in göç-mülteciler, LGBTİ+ hakları ve hatta kadın hakları konusunda son derece muhafazakâr düşünceleri var. O kadar ki, aşırı sağ Almanya için Alternatif (Alternativ für Deutschland-AfD), Merz’i kendi politikalarını “çalmakla” suçladı.
Bu arada, Merz de Röttgen de, farklı sebeplerle Türkiye’ye soğuklar. Merz, AB’de Türkiye’nin yeri olmadığı konusunda son derece net. Öte yandan, Röttgen de, diğer adaylardan farklı olarak, insan hakları konularını mesele ediyor.
Şimdiden bu üçü arasından kimin kazanacağını bilmek imkânsız: Ancak, partinin 1001 delegesinin seçeceği CDU lideri, Almanya’nın kaderini belirlemiş olacak. Adaylardan daha güçlü gözüken ikisi, Laschet ve Merz. Bu ikisi, taban tabana zıt iki duruşu temsil ediyorlar. Merkel sonrası “merkezde kalmak” ve “orta yolculuk” mu; yoksa, Merz’in daha sağ ve değişim odaklı yaklaşımı mı tercih edilecek?
Tabii, bir de bu adaylar dışında şapkadan çıkabilecek “sürpriz tavşan” bir olası şansölye adayı var: Bavyera’ın ve CDU’nun kardeş partisi Bavyera Hıristiyan Sosyal Birliği’nin (Christlich-Soziale Union in Bayern-CSU) lideri Markus Söder. Korona virüsü pandemisi dönemindeki politikalarıyla ön plana çıkan Söder, şansölyeliğe aday olsa şansı en yüksek siyasetçi; fakat Bavyera’da siyasete devam etmeyi yeğleyeceğini söylüyor. Bu durum, bekleyip görme ve kendine göre uygun bir zamanda şansölyeliğe oynama taktiği de olabilir. Neticede, CSU liderinin “büyük birader” CDU’nun başına geçme şansı, parti içi dengeler nedeniyle kolay olmayabilir.
Tabii iş, CDU'da bitmiyor: Kamuoyu yoklamalarına göre ülkenin ikinci partisi konumuna gelen Yeşiller, kendilerini ülkenin kaderini belirleyen konumda bulabilirler. 1998’de Gerhard Schröder’in şansölyeliği döneminde Sosyal Demokratlar ile koalisyon ortağı olan Yeşiller, bu kez CDU’nun hükümet ortağı olabilir mi? CDU’nun yeni lideri Merz olursa böyle bir koalisyon da söz konusu olamaz. Her hâlükârda, CDU ve Yeşiller hiç federal düzeyde ortaklık yapmadılar. CDU’ya karşı bir sol koalisyon olabilir mi; o da bir soru işareti.
Görüldüğü gibi, Almanya’nın ve dolayısıyla Türkiye’nin de, AB’nin de Merkel sonrası dönemi soru işaretleri ile dolu...