Avrupa'da Müslüman olmak
Nilüfer Göle çalışmasında mizahın alanı için bir sınır çizme iddiasında değil. Onun eleştirisi daha ziyade aynı mizahi dilin azınlık ve çoğunluk için eşit biçimde kullanılamayacağı, kullanılmaması gerektiği üzerine. Bu bakış açısına göre Fransız mizahının Katolik Kilisesiyle dalga geçmesi ile Müslümanlarla dalga geçmesi aynı şey değil. İkincisi yapılırken sosyologların ilgi alanı olan birtakım hassasiyetlerin devreye girmesi gerektiğini savunuyor.
Medeniyetler çatışması teorisinin etkilerinin de yansıttığı üzere günümüzün temel tartışma konuları kimlikler üzerine... Bu yazıda uzun bir süredir ilgimi çeken İslamophobia meselesi ve Avrupa Müslümanları üzerine araştırmalardan birine değineceğim. Değineceğim kitap Nilüfer Göle'nin "Gündelik Yaşamda Avrupalı Müslümanlar"[1] adlı çalışması. Biraz eskimiş olduğu düşünülebilir; ama içerik ve biçim olarak bence pek eskiyecek türden değil.
Nilüfer Göle kitabını Charlie Hebdo katliamı tartışmalarıyla başlatıyor. Kitap yayınlandığında (2015) bu olay gündemdeydi. Göle’ye göre Charlie Hebdo olayını çözümlemek Avrupa'da yaşanan karşılıklı nefretin anlaşılmasına yardımcı olabilir. Öte yandan yazar, Charlie Hebdo olayında tahrik olanların değil karikatüristlerin tahrik edici tavrını daha ayrıntılı inceleyip eleştirmiş. Buradaki çözümlemelerde bu türden şiddet hareketleri için mutlaka bir tahrik unsuru olması gerekiyormuş ya da yeterli tahrik unsuru oluştuğunda bu türden eylemleri doğal karşılamak gerekiyormuş hissine kapılıyorsunuz. Yazar şöyle diyor: "Charlie Hebdo'nun genç çizerleri İslam'ı eleştirirken Müslüman kültürden gelen hemşerilerinin düşünce ve hassasiyetlerini hesaba katmadan, onların kırılgan azınlık statülerini göz ardı ettiler."[2]
Charlie Hebdo'nun çizerleri pek genç sayılmazlardı, neyse. Yazarın satırları bir yandan bir kültürün sınırlarını tanımlarken (ki İslam kültüründeki zengin mizah ve alay geleneği atlanıyor) bir yandan mizaha da sınırlar çizmekte. Yani mizah yapılabilir ama hassasiyetlere dikkat edilerek. Bu hassasiyetleri belirleyen nedir? İnsanların zamana göre değişebilen sübjektif değer yargıları. Bir zamanlar ünlü karikatürist, büyük fikir adamı ve kanaat önderi Hasan Kaçan, Cafcaf adıyla (isim açıkça Gırgır'dan alınma gibi duran) bir mizah dergisi çıkarmıştı. Yaşamı boyunca Gırgır ve Hıbır'da bolca bayat cinsel espri, kaba güldürü, küfür içeriği ürettikten sonra birdenbire hidayete ererek herkese ahlak ve din dersleri vermeye başlayan Hasan Kaçan bu dergide yeni bir 'İslami mizah' manifestosu yayınlamıştı. Mahalle değerleri, usta-çırak edebiyatı ve ahlak üzerine nutuklarıyla tanınan bu büyük fikir adamının ustası Oğuz Aral'la yollarını ayırması esnasında yaşanan enteresan olayları konu dışına çıkmamak için geçiyorum.[3] Cafcaf'ın manifestosunda küfürsüz, cinselliğin mizah unsuru olarak kullanılmadığı yeni bir anlayış müjdelenmekteydi. Ama olmadı, 'İslami/muhafazakâr mizah' tutmadı. Zira dalga geçmeden, bel altı konulara girilmeden, argo kullanılmadan mizah, mizah olmuyor. Hele ki bizim coğrafyamızda. Bu konuya zaman zaman değiniyorum ve değinmeye de devam edeceğim. Kültürümüzde Karagöz oyunlarının, Hoca Nasreddin, Bekri Mustafa fıkralarının orijinalleri okunduğunda 'hassasiyetlerin' ne kadar geniş olabildiği görülebilir.
Mizah bu açıdan Avrupa tarihinde de İslam tarihinde de her zaman 'sinir uçlarına dokunan' bir alan oldu. Hasan Kaçan'ın çıkardığı Hıbır Dergisinin üzerinde 'Kıtalar Arası Sinir Bozucu Dergi' yazısı yer alırdı. Yayınladıkları bir dergi kapağında dönemin Başbakanı Tansu Çiller, elinde kırbacı ve üzerinde burada ayrıntılarına giremeyeceğim bir takım erotik giysilerle vatandaşı kırbaçlarken çizilmişti.[4] Böyle bir karikatürü bırakın bugün yayınlamayı, yeni çizerler tahayyül bile edemezler, elbette ben de yayınlayacak değilim. Gençler arşivden bulsunlar. Bu yayınları yapan kişi şimdi seccadeler üzerinden milli kültür ve ahlak dersleri vererek insanları galeyana getirmeye çalışıyor bu da ayrı bir mesele.
Nilüfer Göle'nin çalışmasına dönersek elbette yazar burada mizahın alanı için bir sınır çizme iddiasında değil. Onun eleştirisi daha ziyade aynı mizahi dilin azınlık ve çoğunluk için eşit biçimde kullanılamayacağı, kullanılmaması gerektiği üzerine. Bu bakış açısına göre Fransız mizahının Katolik Kilisesiyle dalga geçmesi ile Müslümanlarla dalga geçmesi aynı şey değil. İkincisi yapılırken sosyologların ilgi alanı olan birtakım hassasiyetlerin devreye girmesi gerektiğini savunuyor. Şimdi bu bakış açısına göre Fransız mizahı Katolik Kilisesini, Fransız kültürünü hedef alabilir; geri kalan azınlıklara karşı ise gerekli hassasiyetlere dikkat etmelidir. Ayrıca yazar Charlie Hebdo'nun tüm etnik grup ve dinlerle alay ettiği halde bu rencide olma durumunun neden Fransa'daki Doğu Asyalılar (Kamboçyalılar, Vietnamlılar vb), Yahudiler arasında değil de Müslümanlar arasında daha belirginliğine dair sosyolojik bir analize girmiyor. Ayrıca hassasiyetin sanatı ne ölçüde sınırlayabileceği sorusu da cevapsız kalmakta… Mesela yazar benzer bir hassasiyetin Giovanni di Modena'nın Bologna'da 1410 tarihinde yaptığı Dante'nin Cehennemi tasvirine de yönelik olduğunu hatırlatmakta.[5] Bu fresk tehditler nedeniyle artık polislerce korunuyormuş. Hassasiyetler sebebiyle Avrupalılar kendi sanat eserlerini sansürlemeyi tartışırlarken, Nilüfer Göle de bu freski gördüğünü ve freskten rahatsız olduğunu belirtiyor. Yani bu gidişle azınlık hassasiyeti gözetilerek Modena'nın freski gibi Dante de yasaklanabilir.
Nilüfer Göle Avrupa'da ırkçı ve gizli ırkçı çevrelerde yapılan uzun ve kısa metrajlı filmler, broşürler, yayınlar hakkında ayrıntılı bilgiler veriyor. Verilen örnekler gayet önemli ve Avrupa'da ırkçılığın vardığı boyutları gayet ayrıntılı biçimde özetliyor. Buradaki sorun karşılıklı öfkenin tek yanlı değerlendirilmesi ve sadece Batılı öfkenin incelenmesi. Mesela yazar kiliselerin önünde namaz kılan Müslümanlara duyulan tepkilere değinirken Müslümanlara hak veriyor ve İslam’a göre vakti geldiğinde namazın her yerde kılınabileceğini, Avrupalıların bunu anlamaları ve sokakta, kamu alanında vb ibadete alışmaları gerektiğini söylüyor. Ayrıca bu tür sorunların Avrupa'da yeterli sayıda cami olmamasından kaynaklandığını ekliyor.[6] Avrupa'daki cami sayısı hakkında bir bilgim yok. Ama kilise önünde namaz kılmak herhalde sadece vakti geldiği an yapılmış bir fiil gibi durmuyor. Göle’nin Müslüman vakti geldiğinde her yerde namaz kılabilir çıkarımı fıkhi açıdan tartışmalı bir konu. Namaz kılınan yerin temiz olması, tasvirlerin bulunmaması gibi ayrıntıları atlıyorum. Ben de mesela bir kez trende iki vagon arasında namaz kılan birine denk gelmiştim. Tren sonuçta sürekli hareket halinde olduğundan kıble yönünden sapmaktaydı. Bu durum da fıkhi açıdan tartışmalı.
Yazarın İslami kaideler hakkındaki yorumlarında tartışmaya açık alanlar bu kadarla sınırlı değil. Örneğin namaz hakkındaki yorumu şöyle "Bütün Müslümanlar namazın farz olduğu hususunda görüş birliği içindedir. Kişinin bedeni, dili ve kalbiyle yaratıcıya yönelme hali olan namaz günde beş kez kılınır ".[7] Yazarın burada Sünni fıkhına göre konuştuğunu söyleyebiliriz (zaten kaynak olarak Diyanet Ansiklopedisi kullanılmış). Şiîlerde üç vakit namaz da yaygın. Hiç namaz kılmayanlar ya da farklı tarihlerde farklı namazlar kılan mezhepler de var.
Yazarın İslam kültürü, medeniyeti ve sanatı konusunda tartışmalı unsurlar hakkında kesin çıkarımlarda bulunduğunu söyleyebiliriz. Mesela Avrupa'da cami karşıtlığını eleştirirken camilerin de -kiliseler gibi- Müslümanlar açısından yalnızca ibadet mekânı olduğunu söylemekte[8] yani aynı temel hakların her iki mekân için de geçerli olması gerektiğini savunmakta. Kiliseleri bilmiyorum ama İslam tarihinde cami hem ibadet hem de hutbelerin içeriği gereği siyaset mekânıdır. Günümüzde bu tarihsel miras eleştirilmekte ve eleştirilebilir elbette ama tarih boyunca hutbeler hangi memlekette kimin iktidar olduğunun temel belirleyicisiydi. Her tarihçinin bildiği gibi bir kişi kendini melik/sultan/emir artık neyse ilan ettiğinde artık onun adına hutbe okunur ve okunan hutbeye göre de kimin nereyi yönettiği anlaşılırdı. Reformlar çağında Müslüman ülkeler bu durumu değiştirmeye çalıştılar. Mesela Türkiye’de bu tür hutbeler erken Cumhuriyet zamanında kaldırıldı ve şimdi de geri getirilme çabalarına şahit oluyoruz. Bu nedenle Nilüfer Göle'nin Avrupa'da camilere dönük tepkileri irdelerken verdiği bilgi tam olarak doğru değil. Olsa olsa modern zamanların camilerine ait bir bilgi...
Göle bir zamanlar Avrupa’da konfor alanı geniş insanların boş zamanlarını değerlendirmek için bolca gündeme taşıdıkları minare tartışmalarına cevap olarak da “minarelerin İslam kültürünün dingin (?) ve değişmez (?) parçası olduğunu savunuyor.”[9] Bunlar iddialı sözler. İlk camilerde minare olup olmadığını bilmiyoruz. Sanat tarihçileri minarelerin çan kulelerinden veya İskenderiye Feneri'nden örnek alındığını savunur. Minare biçimleri her kültürde farklı ve hiçbiri diğerine benzemiyor, dolayısıyla bir minber veya mihrap gibi vazgeçilmez mimari unsurlar değiller. Mesela ilk dönem camilerinde maksure yoktu, sonra eklendi, sonra bazılarında kaldırıldı. Cami mimarisindeki unsurlara kilise relikleri muamelesi yapmak bence yanlış bir tutum. Minarelerin kutsal veya vazgeçilmez olduğuna dair güçlü dinsel kaynaklar yok. Bu nedenle minareleri kutsayanlar dini metinlerden ziyade propagandif edebiyattan besleniyorlar. Öte yandan minarelerin bu denli önemli simgeler haline getirilmeleri minare karşıtlığından doğan bazı tahribatlara da yol açıyor. Örneğin Çin’de tarihi camilerin Çin tapınakları biçimine döndürülmesi de sanat tarihçiliği açısından kabul edilemez bir tutum.
Şu ana kadar yazarın sanat tarihi, kültür ve tarih alanlarına dair çözümlemelerini tartıştık. Zaten sosyoloji alanındaki terimlere hâkim olmadığım için bu alanda bir eleştiri getiremiyorum.[10] Ancak yazarın okuru, karşılıklı öfkeden yalnızca Avrupalı ırkçıların sorumlu olduğuna ikna etmek için çarpıtılmış bir sosyolojik deney örneğini verdiğini söyleyebilirim. Nilüfer Göle Bologna'da İtalya'nın meşhur ırkçı partisi Kuzey Ligi'nden iki kişi ile iki Müslümanı bir yuvarlak masada tartışmaya alıyor. Sonuç Kuzey Ligi taraftarı ırkçı İtalyanlar sürekli tartışmaları sabote ediyorlar. Müslüman katılımcılar bir uzlaşma zemini arıyorlar ama nafile. 'Beyaz İtalyanlar' onları dinlemek bile istemiyor. Müslüman katılımcılar görüş zenginliğine ve çeşitliliğine sahipken İtalyan Kuzey Ligi taraftarları yeknesak söylemlerde, uzlaşmazlıkta ısrar ediyorlar. Sonuçta Avrupalı Müslümanların demokratik tavırları karşısında huysuz İtalyan milliyetçilerinin hoşgörüsüzlüğüne tanık oluyoruz. Doğal olarak Avrupa'da yaşanan sorunların kaynağını öğrenmiş oluyoruz. Göle'nin deyimiyle "Bologna saha araştırması sağduyuyu Avrupalılara; fanatikliği Müslümanlara yükleyen yargıları tersine çevirmiş oluyor."[11]
Ne ilginç ve ne manipülatif bir yöntem! Bir tarafa faşizm eğilimli iki İtalyan'ı karşı tarafa ise biri sonradan Müslüman olmuş, demokrat kimlikli, Batı demokrasisine inanan, orta sınıftan iki Müslümanı koyuyorsunuz böylece sorunların Batılılardan kaynaklandığını 'saha araştırmasıyla' kanıtlamış oluyorsunuz. Gerçek bir saha araştırmasında Kuzey Ligi gibi ırkçı bir hareketin karşısına en az onlar kadar katı geleneklere sahip Selefilerin, Vahhabilerin, IŞİD'çilerin konulması gerekirdi. O zaman bu karşılaşma anlamlı olurdu ve iki tarafın da fanatikliğini mukayese edebilirdik. Örneğin Kuzey Ligi taraftarları karşı tarafı sıkıştırmak için, din değiştirerek Katolik olan Mısırlı gazeteci Magdi Allam'ın ölüm tehditleri aldığını, Allam'ın saklanarak yaşadığını hatırlatıyorlar. Demokrat Müslüman katılımcılar da doğal olarak böyle hoşgörüsüzlüklere karşı olduklarını, isteyenin istediği inanca girebileceğini, bu fanatiklerle birlikte anılmaktan rahatsız olduklarını' söylüyorlar. Peki, denekler demokrat görüşten Müslümanlar değil de Selefi/Vahhabi gelenekten gelen katılımcılar olsaydı. İslam fıkhı gereği cezası belli olduğu halde din değiştiren Allam hakkında bu şekilde ılımlı bir yorum yapacaklar mıydı?
[1] Tam künye: Nilüfer Göle, "Gündelik Yaşamda Avrupalı Müslümanlar" Avrupa Kamusal Alanındaki İslam İhtilafları Üzerine Bir Araştırma çev. Zehra Cunillera, Metis, İstanbul, 2015.
[2] Göle, a.g.e.s13.
[3] Ayrıntılar için bkz: Korhan Atay Figen Kumru Akşit, Mizahın Abisi Oğuz Aral, Doğan Kitap, İstanbul 2018.
[4] Hıbır 17 Haziran 1993 Sayı 216.
[5] Göle, a.g.e.s.130.
[6] Göle, a.g.e.s.85-88.
[7] Göle, a.g.e.s.85.
[8] Göle, a.g.e.s.104.
[9] Göle, a.g.e.s.106.
[11] Zaten kitaptaki sosyolojik terimlerin yoğunluğu benim gibi okuyucular için kimi zaman yorucu olabiliyor. Nilüfer Göle kendi yazım dilindeki "bilimsel jargonun otomatizmini kırdıkları için" arkadaşlarına teşekkür ediyor (s.33). Ancak kitap boyunca bu bilimsel otomatizmin aslında hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin kitaptaki otobüs tanımı şöyle "Bir toplu taşıma aracı olarak otobüs… kamusal alana erişim eşitliğinin, ayrımcılık ve dışlanma gibi kamusal normlar ile yasaların görünür kılındığı fiziksel uzamın mikro-sosyolojik ölçekte sembolik bir mekanıdır" (s.79).
[11] Göle, a.g.e.s.100.