Avukatlığın dönüşümü

Meslekte yaşanan dönüşüm, avukatlığın bir mücadele alanı olarak tekrar ele alınmasını zorunlu kılmaktadır. Geleneksel hukuk kurumlarının mücadelesi bugüne kadar önemli kazanımlar ve deneyimler elde etmiştir. Ancak avukatların bütünün örgütlenmesi ve avukatlığın da bir mücadele alanı olarak siyaset sahnesinde yerini alması için yeterli değildir. Avukatlığın geçirdiği dönüşüm daha kapsamlı bir örgütlenmeyi zorunlu kılmaktadır.

Google Haberlere Abone ol

Avukat Dayanışması

Birçok meslek gibi avukatlık mesleğinin geçirdiği dönüşüm de beraberinde dönüşümün kaynağına, sebeplerine ve gidişatına yönelik tartışmalar doğuruyor. Esasen bahsettiğimiz dönüşüm tarihsel olarak toplum içerisinde “ayrıcalıklı” kabul edilen ve belirli bir “vasfı” gerektiren meslekler bakımından genel anlamda benzerlikler barındırırken öznel koşullar açısından önemli farklılıklar da ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla yazının devamında avukatlık üzerinden yapılacak değerlendirmelerin bir kısmını doktorluk, mühendislik, mimarlık gibi meslekler için de kabul etmek mümkündür.

Avukatlıkta yaşanan dönüşüm asıl olarak iki boyuta sahiptir. Bunlardan ilki işçileşme olgusudur; ekonomik temellidir ve daha geneldir. İkincisi ise devletin arzuladığı “avukat tipinin” yaratılmasıdır; siyasî temellidir ve daha özneldir. Ancak dikkat edilmelidir ki bu iki boyut aynı zamanda da birbirini besleyen ve koşullayan niteliktedir. Bu sebeple her ne kadar yazının devamında gerçekleşen dönüşüm iki başlık altında incelenmiş olsa da güncel pratik noktasında birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir.

1- AVUKATLIĞIN İŞÇİLEŞMESİ

Tarihsel olarak avukatlık serbest ve kamusal bir meslektir. Bunun anlamı, avukatların müvekkilleriyle basit anlamda bir mübadeleye girerek belirli bir hukukî işi, önceden belirlenen bir para karşılığında yapması ve yapılan işin müvekkil ile devlet arasında da bir ilişki doğurmasından kaynaklı olarak kamusal niteliğe sahip olmasıdır. Yaşanan dönüşüm ise özellikle avukatlık mesleğinin “serbest” olma niteliği üzerinden yaşanmaktadır. Kamusal görevin Avukatlık Kanunu bağlamında doğurduğu sorumluluk ise çoğu zaman işçi avukatların yaptıkları işe gösterdikleri özeni arttırmaya yarayan bir baskı aracı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Neoliberalizm ekonomik anlamda kısaca kamu hizmeti niteliğindeki alanların sermayeye açılmasını ve özelleştirilmesini ifade eder. Klasik avukatlığın ise bu anlamda gerçek kişiler tarafından icra edilen ve sınırlanan bir meslek olduğu için sermayeye açık olduğu söylenemezdi. Ancak yaşanan dönüşümle kapitalizmin bütününde olduğu gibi avukatlıkta da sermayenin merkezîleşme ve yoğunlaşma eğiliminin yansımasını görmek mümkündür. Tekelleşme sadece belli bir iş kolundaki hakimiyeti ifade etmez. Aynı zamanda farklı işkollarını da kapsar şekilde, özellikle bir meta üzerinden konuşulacaksa üretim ve dolaşım süreçlerinin bütününe hakimiyeti gerekli kılar. Bu bağlamda avukatlık hizmeti, hukukî ilişkilerin bütün üretim ve dolaşım süreçlerinin içerisinde farklı biçimlerde ortaya çıkması sebebiyle, sermayenin ihtiyaç duyduğu bir alandır.

Çok yakın geçmişte, yetki belgesinin kullanım alanının genişlemesiyle tekellerin hukukî süreçlerini yürüten ve altında geniş bir avukat kitlesini çalıştıran büyük avukatlık büroları ortaya çıkmıştır. Bu büyük bürolar şu an için bir veya birden fazla tekelin taşeronu şeklinde hizmet görmekte, aynı zamanda kendi hakimiyet alanı dahilinde daha özelleşmiş (mesela icra alanında) başka başka taşeronlar da oluşturmaktadır. Henüz kanunen hukuk için anonim şirketlere izin verilmiyor olması, tekellerin doğrudan kendi bünyesinde hukuk şirketleri kurmasının şimdilik önüne geçmektedir. Fakat tekellerin hukuk taşeronu olarak hizmet gören ve tabiri caizse hukuk tekeli olarak nitelendirebileceğimiz büyük hukuk büroları iş hacminin ağırlığını elinde tutmakta ve etkinlik alanlarını gün geçtikçe arttırmaya devam etmektedir.

Büyük hukuk bürolarının sayı ve hacim olarak artışı işin parçalanmasını doğurmaktadır. Burada sadece benzetme amacıyla kapitalizm öncesi manifaktürün gelişimi düşünülebilir. Geleneksel olarak avukatlık bir dosyanın baştan sona yürütülmesini gerektirir. Avukat-müvekkil ilişki kurduğunda kurgusal olarak önce hukukî destek istenen konu hakkında bilgi alır, avukatlık sözleşmesi imzalar, delillerini toplar, dava dilekçesini yazar ve dava açar, dilekçelerin teatisi gerçekleştirilir, tahkikat aşaması boyunca duruşmalara girer, ara kararlara ilişkin beyan ve taleplerde bulunur, karara bağlı olarak kanun yollarına başvurulur ve neticede karara bağlı olarak icra sürecini yürütür. İşin parçalanması çok genel olarak bahsedilen bu sürecin parçalara bölünerek farklı avukat yahut kişiler (icra takip elemanları, asistanlar vb.) tarafından yapılmasıdır. Ortaya çıkan ilk sonuç ise emeğin vasfında yaşan düşüş olur. Yukarıda sayılan her süreç parçası farklı ve değişen oranlarda hukuk bilgisi ile mesleki tecrübe ve iletişim becerisi gerektirmektedir. Anlatımı biraz kolaylaştırmak adına durumu biraz karikatürize edebiliriz (gerçekte ise bu ilişkinin çok daha karmaşık ve işçi avukat aleyhine olanı yaşanmaktadır). Diyelim ki bir dava süreci 3 parçadan (a, b, c) oluşuyor olsun ve bunlardan a için gereken emeğin emek gücü değeri 10 birim b ile c için gereken emeğin emek gücü değeri 5 birim, hepsi için gereken süre 2’şer saat olsun. İlk olarak süreci baştan tek bir avukat yürüttüğü takdirde müvekkille anlaşacağı ücret 6 saat için en az 30 birim olacaktır, çünkü süreç boyunca harcadığı emeğin en nitelikli hali tüm süreç için harcanmış kabul edilecektir. İkinci olarak ise büyük bir hukuk bürosunu ele alalım. Büronun patronu olan avukatın yine müvekkille 30 birim üzerinden anlaştığını düşünelim (ki genelde işin içine reklam girdiğinde 30 birimden çok daha fazlası olur). Patron bu iş çerçevesinde a’yı kendisi yapar ve b, c için başka avukat çalıştırırsa 30 birim üzerinden b ve c işlerini yapanlara 5’er birim ödeyecek, 20 birimi kendisi alacaktır ve işin bütünü 2 saat içerisinde tamamlanacaktır. Üç iş alındığı düşünülürse patron avukatın 6 saat içerisinde eline geçen 60 birim, işçi avukatların her biri için ise 15 birim olacaktır. Neticede işçi avukatlar eğer serbest çalışıyor ve dosya alabiliyor olsalardı 6 saat içerisinde kazandıkları 15 birim değil 30 birim olacaktı. Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta ise işçi avukatlar ile müvekkil arasında hiçbir ilişkinin kurulmuyor oluşudur. Yani işçi avukatlar ücretlerini müvekkilin iş bazında ödediği paradan değil harcadıkları emeğin piyasadaki emek gücü değeri üzerinden ve patronun sermayesinden almaktadırlar.

İşin parçalara bölünmesi işçileşmeyi doğuran en büyük etkenlerdendir. Parça işin yaygınlaşması ihtiyaç duyulan emeğin vasfı düşürmektedir. Vasıf düştükçe emek gücünün değeri de düşmektedir. Ancak emek gücünün değerini daha da düşürmenin yolu bir yandan da aynı vasfa sahip işsizler ordusu yaratmaktır. Ülkemizde her yerde mantar gibi türeyen hukuk fakültelerinin ve mezun sayılarının katlanarak artmasının temeli de burada yatmaktadır. Klasik avukatlık hem hukukî bilgi ve tecrübe hem de iletişim becerileri anlamında nitelik gerektiren bir meslektir. Ancak işin parçalara bölünmesiyle o parça özelinde sahip olunan asgari hukuk bilgisi ve (eğer gerekiyorsa) iletişim becerisi işin gerçekleşmesi için yeterli olmaktadır. Bugün avukatlık çoğu yeni mezun ve genç meslektaş için hukuk teknikerliği demektir. Birçok işçi avukatın yaptığı iş genellikle UYAP üzerinden takip açmak, matbu dilekçeleri olaya uyarlamak yahut duruşmalara girerek “beyanlarımızı tekrar ederiz” demektir. Bu durum, avukatı yaptığı işin bütününden kopararak emeğine yabancılaştırmakta ve olarak avukat olduğuna dair özgüvenini yok ederek işçi avukatlığa mahkûm etmektedir. Öte yandan emek gücünün değeri ulaşabileceği en düşük sınıra ulaştığında da sömürünün oranını artırabilmek adına daha uzun çalışma saatleri (hatta avukatlar için mesai kavramının kalkması) ve mobbing devreye girmekte; avukatlık mesleğini icra eder halde olmak iyice çekilmek hale gelmektedir.

Büyük avukatlık bürolarının gücünü artırması bahsettiğimiz üzere piyasadaki iş hacminin çoğunu da kendi bünyelerinde toplamalarına yol açmaktadır. Serbest çalışan ve yerleşik bir müvekkil kitlesi bulunmayan genç avukatlar dosya almakta zorlanmaktadırlar. Aile çevresi dışında müvekkil potansiyeli (işçi çocukları için bu da mümkün değildir) bulunmayan serbest genç avukatlar, taşeronluğun bir başka biçimi olan tevkil bataklığına sürüklenmektedir. Avukat olmayan okuyucular için kısaca açıklamak gerekirse, tevkilden kastedilen duruşma, haciz gibi işlerin ücret karşılığında başka bir avukata yaptırılmasıdır. Tevkil özellikle başka bir şehirde yer alan ve fizikî bulunma zorunluluğu olan işlerde kendi çalışanın yol ve zamandan doğacak masrafına katlanmamak adına büyük hukuk büroları tarafından kullanılmaktadır. Birçok serbest genç avukat ise tabiri caizse ancak günü kurtarmaktadır. Bu işin bir başka boyutu ise özellikle icra işlerinde hacmi gittikçe büyüyen ve tefeci olarak nitelendirilebilecek varlık fonlarının, borçlularını polis telsizi dinletmekten tutun da akrabalarını hacizle tehdit etmeye kadar türlü türlü yöntemlerle tehdit etmesi ve kışkırtması sonrasından tevkilden bulduğu avukatları fiilî hacze göndermesidir. Gebze’de hayatını kaybeden meslektaşımız Av. Ersin Arslan da böylesi bir süreç sonunda öldürülmüştür. Konumuza dönersek, serbest çalışan genç avukatların iş alanı gittikçe daralmaktadır. Sayısı hiç de az olmayan çoğu meslektaşımızın geçim kaynağı CMK, adlî yardım ve tevkil ile sınırlıdır. Bu durum da göstermektedir ki; avukatlığın işçileşmesi sadece işçi avukat kavramının oluşmasıyla sınırlı bir dönüşüm değildir. Aksine serbest avukatlık da büyük bir hızla gerçekliğini kaybetmekte ve iş sahası kamu hizmeti niteliğindeki CMK, adlî yardımla ve taşeronluğun en “pis” hali olan tevkille sınırlandırılmaktadır. Kaldı ki, hukuk fakültelerinden başlayarak stajyerlik süreci de doğrudan işçi avukat yetiştirmek, daha doğrusu hukuk teknikerleri yaratmak üzerine kurgulanmakta; serbest avukatlık, çoğu genç meslektaş için hiçbir zaman cesaret edilemeyecek, gerçek dışı bir seçenek olarak ancak hayalleri süslemektedir.

Avukatlığın işçileşmesi sadece bizim coğrafyamız ile sınırlı bir olgu da değildir. Özellikle ABD ve İngiltere gibi avukatlığın toplumsal mücadele anlamında önemli roller üstlenmediği ülkelere bu süreç daha hızlı ve kapsamlı gerçekleşmiştir. Burada yaşanan dönüşümün bir adım sonrasını tahayyül etmek açısından bu örnekleri incelemek de gerçekliğin kavranmasına yardımcı olacaktır.

Anlatılanlar ışığında işçileşme kavramı ile kastetmeye çalıştığımız daha net ortaya çıkmaktadır. Avukatların işçileşmesi ekonomik bir olgudur ve emeğin vasfındaki düşüşle beraber emek gücünün değerinin düşmesini, çalışma süresinin uzamasını, koşulların kötüleşmesini, serbest çalışma alanının daralmasını ve emeğe yabancılaşmayı ifade etmektedir. Ekonomik anlamda işçileşme, siyasî olarak işçileşmeyi doğrudan beraberinde getirmemektedir. Siyasî anlamda işçileşme, avukatların işçi sınıfıyla nesnel anlamda örtüşen menfaatlerini dile getiren taleplerin, eylemin ve örgütlülüğün oluşmasıdır. Ekonomik anlamda işçileşme, avukatlar ile işçi sınıfı arasındaki bağın nesnel temelini oluşturur. Siyasî bilinç ise kendiliğinden oluşmamakta fakat oluşturulabilmektedir. Devletin, kendi çıkarlarına uygun avukatı yaratma gayesi devrimci avukatları sindirmekle beraber burada yatmaktadır. Ekonomik dönüşümün siyasî yansımasını kendileri oluşturmak istemektedirler.

2- 'YENİ AVUKATIN' YARATILMASI

Yaratılmak istenen avukat tipi de aslında iki yönlüdür. İlk olarak ekonomik temelde gerçekleşen işçileşme maskelenmek istenmektedir ve ağırlıklı olarak barolar, medya eliyle yapılmaktadır. İkinci olarak devletin kendi hukukunu bile tanımaması ve sürekli olarak yaşanan hak ihlalleri karşısında sesini çıkarmayan, biat eden ve özellikle ceza yargılamasında sadece bir usul unsuru olarak bulunacak avukatlar arzulanmaktadır.

Bilindiği üzere, çoğu il barosu ve TBB işçi avukat kavramını reddetmekte, “bağlı çalışan” kavramını kullanmaktadır. “İşçi” kavramının yarattığı siyasî karşılıktan olsa gerek. Medya ve birçok baro eliyle hâlâ avukatlığın “kutsal” bir meslek olduğu üzerinden algı yaratılmakta ve yine medya tarafından yaratılan “paragöz, yalancı avukat” algısı üzerinden siyaset yürütülmektedir. Sahi, toplum tarafından bu şekilde algılanan avukatlar kimlerdir? Hiçbir büyük hukuk bürosu patronu olan avukat bu şekilde anılmamakta, tersine “saygın iş insanları” olarak muamele görmektedirler. Bu algı, doğrudan tevkil yapan genç avukatlar ve icra işlemleri vasıtasıyla insanlarla karşı karşıya gelen işçi avukatlar üzerinden bilinçli bir şekilde oluşturulmuştur. Ancak algının gerçek kaynağı avukatların mesleğini icra edişi değil “pis işlerini” yürütmek zorunda kaldıkları şirketlerdir. Dikkat edilmelidir ki, bu durum avukat ve müvekkilin özdeşleştirilmesiyle aynı anlama gelmemektedir. Avukatı müvekkiliyle özdeşleştiren devlettir ve siyasî saldırıların hedefi haline getirmek için kullanmaktadır. Burada ise kapitalizmin vahşiliği avukatlar üzerine yıkılmaya çalışılmaktadır. Baro yönetimlerinde yer alan “üstatlar” bunu pek âlâ bilmelerine rağmen üzerine avukatlığın ipekten şalını örtmeye çalışırken, medya ise sürekli avukatlara yönelik olumsuz algıyı beslemektedir. Bu durum barolara suni bir siyaset alanı açmakta ve çoğu baronun avukatlar için mücadele yürüttüğü yanılsamasını oluşturmaktadır.

Bir yandan ise çok düşük ücretlerle, mesai kavramı olmaksızın çalışan ve ofisten tutun da adliyelerde ve devlet dairelerinde aşağılanan avukatlara “siz kutsal avukatlık mesleğini icra ediyorsunuz” pohpohlamasıyla sanki ayrıcalıklılarmış gibi bir algı yaratılmaktadır. Avukatlık esasında toplumda saygı gören bir meslektir ve ayrıcalıklı olmakla karıştırılmaması gerekir. Ayrıcalık tanınan bir şeydir, saygı ise kazanılan. Avukatlar toplum gözünde kazandıkları saygıyı, yaşanan hak ihlallerine karşı gösterdikleri mücadeleye borçludurlar. Devletin saldırdığı avukatların saygınlığıyken karşısında oluşturulan “ayrıcalıklı” olma hali saldırının bir başka biçimidir.

Baro siyasetinde tüm avukatlar eşit görülmektedir. Aslında bu bir eşitsizliğin ifadesidir. Patron avukat gerek çevresi gerek parası gerekse kurduğu “işverenlik” ilişkisiyle işçi avukatla aynı düzlemde değildir. Nitekim Avukatlık Kanunu’ndan doğan hak ve yükümlülükler açısından da değerlendirirsek, işçi avukatlar sorumluluk anlamında patronuyla aynı sorumluluğu paylaşırken aynı haklardan fiilen yararlanamamaktadır.

İlk yönüyle yaratılmak istenen avukatlık tipi, ekonomik alanda yaşanan dönüşüme rağmen klasik anlamda avukatlığın devam ettiği algısı üzerine kuruludur.

İkinci yönüyle yaşanan değişim ise daha politiktir. Avukatlık, konusu gereği sistemle bağları gelişkin bir meslektir. Hukuk fakültesi eğitiminden başlayarak anlatılan ideal toplumun kanunlara riayet edilmesiyle oluşacağı fakat kanunları oluşturan olguların ne olduğunun hukukçuların konusu dışında yer aldığı yönündedir. Hukuk bağlamında, bu yaklaşımın dışına çıkarak mevzuatı oluşturan olguları irdeleyen ve devletin hukukunu dahi ona karşı kullanarak mahkemeleri ve karakolları mücadele alanına çevirenler tarihsel olarak sadece devrimciler olmuştur. Ancak klasik hukuk eğitiminin dışına çıkmamış bir avukat için bile yürürlükteki mevzuata uyulması önem arz eder, çünkü onun için “toplumsal düzenin” işlemesi burada yatar. Güncelde ise devlet kendi hukukunu hiçe sayarak her durum özelinde başka bir fiilî uygulama oluşturmaktadır. Bunun karşısında avukatlar nezdinde doğan tepki son derece olağandır. Tepkinin oluşmasını engellemek yıllardır süre gelen hukuk eğitimi nedeniyle mümkün değildir ancak bastırmak mümkündür. Yaratılmak istenen yeni avukat, bastırılmış bir avukattır. Öncelikli olarak kanunlarca avukatlara tanınmış olan yetkiler ve alışagelmiş uygulamalar karşılıksız kılınmaktadır. Avukat, devletin herhangi bir mekanizmasıyla ilişkiye girdiği her alanda yoğun bir aşağılamaya maruz bırakılmaktadır ve buna karşı ne yaparsa yapsın sonuçsuz kalacağı algısı geliştirilmektedir. Polisle girilen ilişkide ise bunların üzerinde doğrudan fiziksel şiddet eklenmektedir. Devamında ise, özellikle ceza yargılamalarında yapılan savunmalar usulen dinlenmekte ve ne savunma ne de maddi hukuk ile içtihat dikkate alınarak kararlar oluşturulmaktadır. Söz konusu durum devletin, “kendisinden”, ses çıkarmayan, ceza yargılamasında usulen bulunan ve işçileşmeyi paralel olarak kendi geçiminin kaygısıyla dolu avukatlar yaratma gayesinin bir sonucudur. Fakat bu durum aynı zamanda avukatların karşılaştıkları ihlallerden yola çıkarak, toplumun bütününe sirayet eden hukuka aykırılıklar karşısında duyarlılığının gelişmesine de yol açmaktadır.

Barolar da yukarıda anlatılanlara uygun bir dönüşüm içerisine sokulmuşlardır. Bu dönüşüm hem devlet eliyle hem de bizzat baro yönetimleri eliyle gerçekleştirilmektedir. Baroların bölünme süreci ile ortaya çıkan ikinci barolar hem istenilen avukat tipinin doğrudan örneklerinin oluşturulmasına hem de il baro yönetimlerinin (özellikle İstanbul Barosu) devletin kontrolünden çıkması halinde emniyet supabı olabilmesi için kurgulanmıştır. Kontrolden çıkma, devletin menfaatiyle çatışmak şeklinde olabileceği gibi, büyük hukuk bürolarının çıkarlarına aykırı hareket etmek şeklinde de olabilir. Ayrıca yukarıda da bahsettiğimiz üzere, baro yönetimleri tarafından yaratılan klasik avukatlığın devam ettiği algısı, meslekte yaşanan işçileşmenin siyasî bilince dönüşmesinin engellenmesi noktasında önemli bir yerde durmaktadır.

3- SONUÇ

Meslekte yaşanan dönüşüm, avukatlığın bir mücadele alanı olarak tekrar ele alınmasını zorunlu kılmaktadır. Geleneksel hukuk kurumlarının mücadelesi bugüne kadar önemli kazanımlar ve deneyimler elde etmiştir. Nitekim şu ana kadar yürütülen mücadele, ağırlığını diğer toplumsal dinamikler üzerinden gelişen mücadeleler büyütmek ve bu mücadelenin devletle karşı karşıya geldiği noktalarda sürecin hukukî ayağını üstlenmek biçiminde gerçekleşmiştir. Bu kıymetlidir ve daha da büyütülmelidir; çünkü her gelişen direniş devletin saldırısıyla karşılaşmakta ve avukatlar sürece dahil oldukları noktada bir nevi direnişin özneleri haline gelmektedirler. Ancak avukatların bütünün örgütlenmesi ve avukatlığın da bir mücadele alanı olarak siyaset sahnesinde yerini alması için yeterli değildir. Avukatlığın geçirdiği dönüşüm daha kapsamlı bir örgütlenmeyi zorunlu kılmaktadır.

Belirtildiği üzere avukatların işçileşmesi ekonomik bir olgudur. Siyasî temele sahiptir fakat açığa çıkmamıştır. Avukatların kendi sorunları ve talepleri etrafında örgütlenmesi, istemlerini dile getirebilmesi siyasî bilincin açığa çıkmasının ön koşuludur. Nitekim böyle bir örgütlenme beraberinde diğer toplumsal dinamikler ile kurulan ilişkiyi salt hak ihlalleri boyutundan çıkaracaktır. Örgütlü, ne istediğini bilen ve yaygın somut taleplere sahip bir avukat hareketi, sadece sol/sosyalist avukat kitlesini değil, bir bütün olarak avukatları diğer toplumsal dinamiklerle yan yana getirerek mücadelenin ortak zeminini büyütecektir.