YAZARLAR

Ay çok sıkıldım!

Sabahtan akşama, bir evin içinde, virüs aşağı virüs yukarı... Küçücük çocuğum, endişelerim var herhalde, her ne kadar dile getiremesem de... Arada bir, “Şu salgın bitsin de inşallah, bir yerlere gidelim” diyorum, moral oluyor biraz... Arkadaş istiyorum, onlarla konuşmak, koşup oynamak... Sıkıldım, çok sıkıldım, endişe duymadan çocukluğumu yaşamak istiyorum...

Gazete Duvar'da dört yıl boyunca kahrımı(zı) çeken editörümüz sevgili Emel Gülcan'a, küçük bir veda hediyesi...

Sevgili büyüklerim, abilerim ablalarım, taçsız kral Pele ve rahmetli Kennedy, ben çok sıkıldım! Vallahi de billahi de çoook sıkıldım. İki buçuk yaşındayım diye sıkılamaz mıyım, benim duygularım, isteklerim yok mu, büyüklere mi has usanmak. Size biraz kendimden, boynu altında kalsın şu virüs günlerinde, salgının sene-i devriyesinde yaşadıklarımdan söz etmek istiyorum ki, gelip de her Allah'ın günü bana ne kadar yorgun olduğunuzu anlatmayın artık, rahat bırakın!

İki buçuk yaşımdan geçmişime, şöyle bir yıl öncesine bakıyorum da, hey gidi...

Tam iki lafın belini kıracağım zamanda, hayatımın baharında, hoop ne olduysa eve kapandık hep birlikte. Ama ne kapanma! Benden epeyce yaşlı babam ile pek o kadar yaşlı görünmeyen annem, yüzlerinde beyaz bir kumaş parçasıyla gezmeye başladı. Dışarı çıkmıyoruz, eve gelen her şeyi koşa koşa balkona çıkarıyorlar, üstlerini başlarını balkona atıyorlar, sürekli kolonya, sürekli kolonya, delirmiş gibi davranıyorlar. Hayır, ne oldu anlamıyorum ki. Bazı şeyleri anlasam da dile getiremiyorum zaten, sözcük dağarcığım çok sınırlı. Bak şimdi 'dağarcık' filan dedim ya, aslında ne anlama geldiğini bilmeden söyleyiverdim. 'Sözcük' ne demek onu da bilmiyorum. Böyle soyutluklar, kavramlar yok zihnimde. Şimdi de 'soyut' dedim iyi mi, ne demek acaba. Hislerimi aktaramıyorum dilediğimce, çok gıcık bir durum bu inanın, bazen sırf bu yüzden asaplarım bozuluyor. Hissediyorum, anlıyorum, bir şey söylemek, dertleşip konuşmak istiyorum ama olmuyor, olmayınca olmuyor canımın içi...

Bir yıl kadar önceydi, bizimkilerde dertli bir yüz ifadesi, virüs adında bir şey üzerine konuşmaya başladılar, sürekli. Evde sabah akşam açık bir radyo var, orada Açık Radyo dedikleri bir kanalı dinliyorlar; şöyle bulaşıcıymış, yok öyle değil böyle bulaşıyormuş, o da değilmiş, ağzından giriyormuş burnundan çıkıyormuş, maske takılmalıymış, el yıkanmalıymış... Selim adında bir amca var, hep onu dinliyorlar, onun da bir dediği diğerini tutmuyor ki anacım, her gün farklı bir şey söylüyor ama karışmıyorum bizimkilerin işine. Ben o esnada kahvaltımı yapıyorum, artık Allah ne verdiyse. Konuştuklarını anlamaya çalışıyorum ama bir yere kadar, yetişkin konuşması kadar sıkıcı bir şey var mıdır şu hayatta! Hep aynı şeylerden söz ediyorlar, hep aynı, inşallah büyüklerin hepsi bu kadar renksiz değildir, dur bakalım tanıyacağım zaman içinde, şu ana kadarki izlenimim böyle maalesef.

Her ne demekse, 'beğenilerim' oluşmaya başlamış bu zaman zarfında, onu isterim bunu istemem dediğim bir dönemmiş. Daha doğrusu öyle olduğunu konuşuyorlar kendi aralarında. Oysa içimden geliyor bir sürü şey, illa öyle olsun diye de yapmıyorum. Diyelim, yumurtayı çok sevmeme rağmen, bir sabah canım hiç yemek istemiyor. Yanlış anlamayın, yararını bilmediğimden değil, istemiyor işte. O gün canım, bir şey istememeyi istiyor, can benim değil mi! Ya da bir sabah sadece makarna yemek istiyorum. Aman efendim evde yokmuş, şimdi makarnanın zamanı değilmiş, onu öğlen yiyebilirmişim. Sinirleniyorum haliyle, anlamıyorlar beni, mesele makarna değil sizden sıkıldım ve hayatımda bir değişiklik istiyorum, diyeceğim, bozulacaklar. Özellikle babam, pek bir alıngan, sabırsız, çabuk köpürüyor, fazla hassas biri anladığım kadarıyla. Alışır zaman içinde, bu yüzden çok kızmıyorum. Çok sıkıldım, çok sıkıldım, çok sıkıldııım...

Hadi şimdi neyse, ilk aylarda eve hiç kimse gelmedi, biz de gidemedik, işte o virüs yüzündenmiş. Anneannem, dedem, dayım gelemiyor, halamlar ortada yok. Ne mi yaptık, her Allah'ın günü görüntülü telefon konuşması. Hadi ilk bir-iki ay neyse, idare ediyorum, nihayetinde büyüklerimdir, beni özlediler, eh çok sevimliyim onlar da haklı, iki bıy bıy yapsınlar... Ama bitmedi, vallahi bitmedi şekerim. Artık ekran görmek istemiyorum, bizimkiler “arayalım mı?” der demez “hayıııır” diye bir tersliyorum, hemen bırakıyorlar ellerindeki telefonu. Ama şu oluyor bak; bazen canım istiyor, arayıp elimde telefon evi gezdiriyorum, tavanı filan gösteriyorum. Neyi gösterseydim ya, zeytin ağaçlarını mı, Can Teyze'nin evinin çatısından denizi mi, Atila Dede'nin bahçesinden dağları tepeleri mi ne gösterebilirim. Ya tavan, ya da pencereden karşı binanın balkonu. Ay içim sıkıldı, inanın yazarken daralıyorum. Üzerinize afiyet biraz küçük bizim ev, nohut oda bakla sofa, sabahtan akşama kadar o minicik evde... Bazen babam, ev içi etkinliklerimden bunaldığını söylüyor da, ne yapabilirim sizce? Kararname mi tartışayım, oturup senin yazman gereken yazıyı ben mı yazayım, annemin dersini mi vereyim, yemeği mi hazırlayayım, ne yapabilirim, çocuğum ayol. Kendinizi benim yerime koyun a dostlar, daha üç olmamışsınız, sürekli konuşmak, durup dinlenmeden hareket etmek istiyorsunuz, yerinizde duramıyorsunuz ve bakla kadar bir dört duvar içinde sabahtan akşama kadar; ay işim var, aman çok meşgulüm, yok bulaşık, yok ev temizliği, biri der “ders saatim geldi, sonrasında biraz çalışmam lazım,” diğeri “yazıyı göndermeliyim Emel hanım kızıyor...” Çok sıkıldım ben, çook sıkıldım bu insanlarla.

Kahvaltıdan sonra, o gün hangi konuda çalışmak, vaktimi nasıl değerlendirmek istediğime karar verip işe koyuluyorum...

Önce biraz çizgi film tabii. Babam en çok Cocomelon'u seviyor, gönlü olsun diye oturup beraber seyrediyorum. İlk zamanlarda film saatim konusunda çok katıydılar, aylar geçtikçe yumuşadılar neyse ki. Hatta babam, annem ortada yokken bazen beni çizgi film seyretmem için ikna etmeye çalışıyor, aman çok gülüyorum, zavallı adam! Çizgi filmden sonra bir süre, bunaldığımı anlatabilmek için, bizimkilerin 'kapı gıcırtısına' benzediğini iddia ettikleri bir ses çıkarmaya başlıyorum. Ağlamak değil de, ağlarmış gibi yapan biraz sinir bozucu bir ton bu. Canlarını yeteri kadar sıktıktan sonra, gülerek “kapı gıcırtısı yaptım yine” diyerek etkinliğimi sonlandırıyorum. Pek gülmüyorlar bu esprime ama olsun, yine de ufak tefek şakalarla ortamı yumuşatmanın ilişkilerin selameti bakımından gerekli olduğunu fark ettim zaman içinde.

Ardından en sevdiğim işlerden birine, 'sergi hazırlığına' girişiyorum, saat on-on bir sularında. Beni dinlendiren, kendime getiren işlerden biri bu. Şifoniyerimdeki tüm kıyafetlerimi ve bazen kutulardaki bebekliklerimi çıkarıp teeek tek evin çeşitli yerlerine seriyorum. Kolay iş sanmayın, hakikaten çok zaman ve emek gerektiriyor. Ama nasıl güzel oluyor, nasıl ferahlatıyor anlatamam. Ev dediysem, aman canım küçücük yer sonuçta, sağdan say on adım, soldan say dokuz, hemen doluyor bütün koltuklar, halı, banyo paspası, kapı kolları... Şimdi, bu işin bir düzeni var tabii, öyle canının istediği gibi yapılabilecek bir şey değil. Yatakların ve kanepelerin üzerine sırayla dizip askıda olanları arkalı önlü kapı kollarına takıveriyorum, geçen mutfağa da iki üç zıbın bıraktım, hatırı kalmasın. Gününe göre ayakkabıları ve ulaşabildiğim mutfak eşyalarını sergiye dahil ettiğim oluyor. Onları da diğerleriyle birlikte televizyonun önüne diziyorum boydan boya, büfeyi bir görseniz, oya gibi görünüyor inanın. Bu işi yaparken şarkı söylüyorum, artık canım ne isterse. Çocuk deyip geçmeyin, halalarım ne türküler öğretti, boyumdan büyük işler vallahi. En son “Üsküdar'a gideriken”i doladım dilime, eh halaların yaşını tahmin edersiniz artık! Ele ele tutuşup salonda dairler çiziyoruz şarkı söylerken, tahmin ediyorum onların da hoşuna gidiyor.

Ben sergi yaparken, annem ya derste oluyor ya da yemek yapıyor, babam da fırsat bu fırsat telefonuna bakıyor ve çoğunlukla Ünsal Amca'yı seyrediyor o saatte. Hani var ya, günaydın, kalimera, sabah el hayr diyen konuşkan bir amca. Bazen çok eğleniyor seyrederken, ki ben bu kadar sıkılırken hiç hazzetmediğim bir durum olduğundan, hemen seslenip sergime katılmasını istiyorum. Hayır mı, dedi, bir 'kapı gıcırtısı' yetiyor, öyle bir koşuyor ki yanıma görmelisiniz! Çok sıkıldım ben, çook, başka birileri olsun istiyorum, çocuğum yahu, oynamak istiyorum, kendi boyumda birilerini arıyorum, bunda anlaşılmayacak ne var!

Hava ısınana kadar, aylarca evden çıkmadık, çıkınca gidebildiğimiz tek yer sitenin arka bahçesi. O bir avuç toprak ve üç beş ağacın bana hissettirdiği mutluluğu tarif edemem. Ağaca küçük bir salıncak bağlamışlar, hiç yoktan iyidir. Sonra yine ev. Neyse ki bir süredir biraz dışarı çıkabiliyoruz, azıcık kendime geldim. Evin yakınlarındaki parklara gidiyoruz, ama ne gidiş! Kaydıraktan kaydın kolonya, salıncağa bindin kolonya, hadi biraz da tahterevalli, kolonya. Başka çocuklar da oluyor bazen, nasıl mutlu oluyorum, nasıl neşeleniyorum bilemezsiniz. Fakat bizimkiler fazla yaklaşmamı istemiyorlar diğerlerine; bir şey demiyorlar ama anlıyorum ben, yine virüs yüzünden. Söylemedi demeyin, bu virüs bende travma olacak ileride, şimdi anlatamıyorum ama kim bilir nasıl olumsuz etkileniyorumdur.

Ne yapıyorum biliyor musunuz, yanıma bebeklerimi alıp onlarla, bazen de hayalimdeki arkadaşlarımla sohbet ederken birbirimize virüs anlatıyoruz, çok tatsız çok. Sohbetini en çok sevdiğim arkadaşlarım Kaan, Zeynep, Şilan, Rodin ve Ali abi. Sohbet esnasında bizimkilerin kendi aralarında gülerek fısıldadığını fark ediyorum ve hiç hazzetmediğim şeylerden biri, yanımda anlamadığım şeyler söylemeleri. Can kulağıyla dinliyorum, fakat belli ki beni sinirlendirmeye çalışıyorlar, fısır fısır. Olumsuz etkilenebilirmişim. Bak sen, aman ne duyarlılar, sabahtan akşama bir evin içindeyim, bunun olumsuzluğu mu kalmış canlarım! Bu arada unutmadan, maskem de var, küçük boy, tahmin etmişsinizdir diye hiç söylemedim. Kırk yılın başında kapalı bir yere girince hemen maskemi takıyorlar; önce biraz 'kapı gıcırtısıyla' mukavemet edeyim dedim, ama baktım ki maske olmadan almıyorlar, mecbur takıyorum. Daha bu yaşta, mecburiyetler, aman nasıl bir devir be!

Havalar ısınınca, artık ne olduysa, hiç olmazsa halamları görmeye başladım. Üç hala. Büyük şans insanın halalarının olması. Üçü de pek bayılıyorlar bana, ne istersem yapıyorlar, şarkı türkü oyunlar, saklambaç, koca kadınları bir görseniz, ben nereye onlar oraya. Duramıyorum ki yerimde, alıyorum elime bir şemsiye, takıyorum onları da peşime, evi dolaşıyoruz şarkı söyleyerek. Sonra canım takı sergisi yapmak istiyor, incik boncuk ne var ne yok çıkarıyorum ortaya, birlikte oynuyoruz. Maksat zaman geçsin şekerim, sabahtan akşama hepsi birer meşgale işte. Bizimkiler geçen kendi aralarında 'korkunç iki' gibi bir şeyden söz ediyordu, herhalde benimle alakalı değildir, pek ilgilenmedim.

Birlikte parka gittiğimiz anlarda pek mutlu oluyorum, açık hava, başka başka insanlar. Garip hareketler yapan oğlan çocuklarını seyrediyorum bir köşeden, öyle cinsiyet filan bildiğimden değil de, farklı davranıyorlar gerçekten. Neden sürekli koşup bağırdıklarını ve yerlerde yuvarlandıklarını hiç anlamıyorum, vardır bir dertleri. Babam arada bir pusetimle Kadıköy'e götürüyor, tramvay seyrediyoruz, etkinlik işte, şu yoklukta hiç yoktan iyidir. Öyle sıkılıyorum ki, anne babayla evde kapalı kalmaktansa, boş boş tramvay seyretmek bile iyi geliyor.

Son zamanlarda arada bir üst katımızdaki Feriha Teyze ile takılmaya başladım, bazı akşamlar bir iki saatliğine misafir oluyorum, sohbet ediyoruz sağdan soldan, Öznur'a bazı oyunlarımı öğretiyorum, yabancılık çekmesin diye. Virüsün ilk aylarında en sevdiğim anlardan biri, Feriha'ların evinin eşiğinde, içeri girmeden sohbet etmekti. Onlar içeride, biz eşikte konuşup bir şeyler yiyip içiyorduk, çünkü galiba Feriha'nın annesi Suna anneanne tedavi görüyordu. Melek Suna anneanne, nasıl seviyorum bilseniz. Sonra ne oldu bilmiyorum, bizimkiler çok üzüldü, Suna anneanne memleketine gitti dediler, çok özlüyorum ama her neyse, dedim ya, benimle bazı şeyleri paylaşmadıklarını seziyorum... Yalnız şunu söyleyeyim, vallahi kadın kadına muhabbet gibisi yok, onlar beni daha iyi anlıyor, şimdiden fark ettim bunu. Şu son satırda size bir mesaj vermiş olabilirim, emin değilim!

Sabahtan akşama, bir evin içinde, virüs aşağı virüs yukarı... Küçücük çocuğum, endişelerim var herhalde, her ne kadar dile getiremesem de... Arada bir, “Şu salgın bitsin de inşallah, bir yerlere gidelim” diyorum, moral oluyor biraz... Arkadaş istiyorum, onlarla konuşmak, koşup oynamak... Sıkıldım, çok sıkıldım, endişe duymadan çocukluğumu yaşamak istiyorum... Tam iki lafın belini kıracağız, yerimde duramıyorum, olacak iş miydi bu... Kabul, yoruldunuz ama anlamaya çalışın beni de... İsyan etmek geliyor içimden, belki de dünyanın bütün ufaklıkları birleşmeliyiz önümüzdeki yıllarda... Bir mesaj daha vermiş olabilirim son cümleyle, bilmiyorum.

Şimdilik bu kadar yeter, belki yapıp ettiklerimden sizi yine haberdar ederim, dur bakalım. Tam şu anda kitaplarımın yerini beğenmediğimi fark ettim, onları tek tek evin başka bir yerine taşıyayım en iyisi...

 

Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.