Ayakta uyutan bir film değil!
Yönetmeni Mark Raso bir bilimkurgu/ gerilim filmi için iyi bir fikir, dinamik bir anlatım ve yetenekli oyuncular bulmuş, ancak tam olarak neye dikkat çekmek istediğine karar verememiş.
Dünya sinemasında ‘korku türü’ olarak adlandırabileceğimiz yapımların uzunca bir süredir bir konu ve karakter kısırlığı çektiğini sanırız türün meraklısı sinemaseverler bile kabul edecektir. Zamanında büyük başarı kazanmış, bazıları ‘kült’ veya başyapıt mertebesine ulaşmış ‘klasiklerin’ yeni bir şey getirmeyen ‘remake’leri ve gereksiz devamları arasında bazı filmler bir şekilde ön plana çıkmayı başarıyorlar ve bizce bunu iki yoldan yapıyorlar: Ya konunun merkezini oluşturan ‘korku’ tehdidini ‘batıl inanç’ sayabileceğimiz ruh, hayalet ve lanetli mekanlardan kurtarıp ‘yeni’ bir endişe duygusu yaratıyorlar ya da film türünü oldukça ‘modernize’ edip senaryoyu çok daha güncel ve gerçekçi bir çerçeveye oturtup adeta bir ‘toplum psikolojisi’ analizine soyunuyorlar.
Bahsettiğimiz ikinci yolda olayın asıl dikkat çeken noktası değişiyor. Genelde beklenenin aksine seyircinin dikkati, ‘tehlikeli’ veya korkutan tehdide değil daha çok buna maruz kalan ‘kurbanlar’ ve onların tepkileri üzerine yoğunlaşıyor. ‘Awake’ filmi yine en son örneğini Netflix kanalında gördüğümüz ‘Bird box’ yolundan giderek, bir (doğal) felaketten sonra beş temel duyusundan birini kaybeden, daha doğrusu bu duyusunu kullanamayan ve bu durumun yarattığı toplumsal paranoya’ duygusu içinde boğulan insanları anlatıyor.
Filmin işlenmemiş olmayan ama ilginç sayılabilecek senaryosunun başlangıç noktası ve dinamik anlatımı, türünde çok başarılı, hatta yeni bir soluk getirebilecek ve bir anlamda bir ‘cehenneme iniş’ yolculuğunu anlatabilecek bir filmi izleyeceğimiz beklentisi yaratıyor. Ama hikâyenin ‘sıkışan’ ve ‘tıkanan’ ikinci yarısı, karakterlerin genelde bütün katmanlarını gösterecekleri alanları bulamaması, hatta bazılarının ‘karikatürel’ düzeye inmesi ve son olarak ilginç bir konunun etrafında ‘yığılan’ ve artık ‘sıradan’ hale dönüşmüş temaların varlığı filmi sadece belli ölçülerde dikkat çekici, heyecanlandırıcı ama türü hatırladığımızda aklımıza gelen ilk örneklerden biri olmayacak bir yapım haline getiriyor.
Dünyada nedeni tam belli olmayan bir ‘black-out’ yaşanmış ve bu olay, bütün elektrik/elektronik araçları durdurmakta, insanların ise uyumasını (!) engellemektedir. Dünya bir kaos ve paniğe sürüklenirken, bir grup bilim insanı uyuyabilen yegâne kadını, ‘kurtarılmış bir bölgeye’ götürür ve üzerinde çözüm bulabilmek için deneyler yapmaya başlar. Jill adındaki bir başka, bekar anne ve iki çocuğuyla bu felakete sürüklenen dünyada hayatta kalmaya çalışmaktadır. Jill’in küçük kızı Matilda da ender sayıdaki uyuyabilen insanlardan biridir ve bu ailenin üzerindeki baskıyı daha da arttıracaktır.
SAĞLAM BİR GİRİŞ…
‘Awake’, başkarakteri Jill’in günlük hayatından bir kesit sunarak, sağlam bir başlangıç yapıyor. Hem bir hastanede güvenlik elemanı çalışan bu kadının ‘el altından’ ilaç ticareti yapması hem de gece vardiyasında çalışması dolayısıyla gündüzleri uyuması, hikâyenin gidişatı düşünüldüğünde ‘işe yarar’ bilgiler gibi geliyor. Senaryoyla tam anlamıyla bütünleşen bu başkarakterin hem sorumluluk sahibi ve şefkatli bir anne hem de aynı zamanda tehlikeli ve yasadışı işlere buluşan bir insan olması, ona hoş bir ‘gri bölge’ sağlıyor.
Film, bazı diğer yan karakterlere ve durumlara geçince biraz aksıyor: Her ne kadar Jill’in diğer çocuğu, ergen yaştaki Noah’ın annesiyle sık sık takışması bu tür filmlerin ‘olmazsa olmazı’ olarak kabul edilebilirse de senaryonun gösterdiği veya parmak bastığı ‘İnsan insanın kurdudur!’, ‘Dinsel çılgınlık’ veya ‘Ordunun insanlık dışı tutumu’ gibi temalar da seyirciyi çok yabancı bir bölgeye sürüklemiyor.
Yine de bütün bu ‘bilindik’ temalara rağmen film sorunsuz bir şekilde ilerliyor. İnsanların bir türlü anlamadığı ve çözüm bulamadığı bu ‘uykusuzluk’ laneti karşısında ‘ilaç’, ‘bilim’ veya ‘din’ gibi her türlü ‘limana’ sığınmaya çalışmaları ve yine de hiçbir çıkış yolu bulamamaları, dünyayı gayet inandırıcı ve gerçekçi bir kaosun içinde sunuyor. Bir anda elindeki bütün teknolojik olanakları kaybeden insanlık, giderek daha çıkarcı, daha zalim, hatta daha ilkel bir hale dönüşüyor. Yaşayabilmek için eczaneleri talan eden, ‘sığındıkları’ kilise ve papazda açık bir çözüm bulamayan ve bunun için ‘uyuyabilen’ bir çocuğu kurban etmeyi bile düşünen toplum, sadece hayatlarında inanılmaz bir kolaylık sağlayan teknolojik aygıtları değil, aynı zamanda ‘insanlıklarını’ da kaybetmiş bir şekilde, barbarca davranmaya başlıyor. Üstelik böyle ‘kriz’ ortamlarında düzeni sağlayabilecek olan polisler, güvenlik görevlileri veya askerler bile ‘cinnet geçirten’ bu uykusuzluk sürecinden nasibini almaktalar. Normalde toplumu korumakla görevli olan bu insanlar, belki de hiçbir zaman olmadıkları kadar, toplumun sadece elinde bir silah bulunduran herhangi bir ferdi haline dönüşüyorlar.
KURTARILMIŞ BÖLGE’NİN SAKARLIĞI!
Giderek daha ‘başıboş’ hale gelmiş, suçların ve şiddetin arttığı, herkesin herkesten ve her şeyden korktuğu bu dünyada bir çıkış yolu arayan Jill ve çocukları, hikâyenin ilk yarısında fazla gereksiz boşluk vermeden ve zaman kaybetmeden arka arkaya beklenmedik olaylar yaşıyorlar. Önce Jill ve ailesi herkesin yaşadığı şoku yaşıyor, ardından kendi ‘kısıtlı’ dünyasından çıkıp, bu korkunun insanları nereye sürükleyebildiğini sert bir şekilde görüyor. Sonrasında ciddi bir araba kazası geçiriyor ve kendisinin de belki ‘güvenli’ gördüğü kilisede bile ‘uyuyabilen’ kızının ve ailesinin hayatî tehlike yaşayacağını anlıyor. Bütün bu heyecanlı ve tempolu anlatı, ailenin ‘kurtarılmış bölgeye’ gelmesiyle biraz duruluyor. Askerler ve bilim adamları hakimiyetlerindeki bu bölgede, insanlığın kurtuluşu için çabalarken ellerindeki tek ‘denek’ insan üzerinde her türlü (ve acılı) testi yapmaktan geri durmuyorlar. Aslında buradaki uykusuzluktan ‘gözü dönmüş’ askerleri ve yorgunluktan artık ‘eli titreyen’ bilim adamlarını görünce bu merkezin dış dünyadan pek de farklı olmadığını anlıyoruz. Ancak bu noktada yönetmen sanki her an cinnet geçirmeye hazır insanların tehdidinden ziyade, kızını korumaya çalışan bir annenin dramına eğiliyor. Uykusuzluktan adeta başka bir boyuta geçmiş, yorgunluktan gözaltları kararmış, ayakta zor duran Jill, bir anlamda ona duygusuzca ve sadece metodik bakan doktorlara ve askerlere karşı mücadeleye girişiyor. Bu sekanslar belki filmin içinde çok ‘eğreti’ durmuyor ama senaryonun daha basit ‘ahlaki’ sınırlara indiği de kesin!
Bir de bizce hikâyede şöyle bir hata var: Kuşkusuz uyuyamayan insanlar birkaç gün sonra duygu bozuklukları, halüsinasyonlar, inanılmaz bir yorgunluk ve sonunda ölüm olan bir sürece girebilirler ancak burada, belki de hikâyenin hızından dolayı sanki bu ‘sona geliş’ ilk 24 saat içerisinde gerçekleşiyor! Belki Jill bir yerde ‘dört gündür uyuyamıyoruz!’ diyor ama biz bunu filmde görmüyoruz.
Sonuç olarak film, finale doğru, daha düşük seviyede de olsa biraz toparlanıyor ve ucu açık ve bizce ‘havada kalan’ bir sona bağlanıyor. Bu ‘ucu açıklık’ belki filmdeki esrarı ve üzerinde salınan ‘soru işaretini’ güçlendirmek için kullanılmış olabilir ancak daha çok ‘eksik kalmışlık’ duygusu yaratıyor.
OYUNCULAR YARALI!
Jill karakterini kusursuz oynayan Gina Rodriguez dışında diğer karakterler bahsettiğimiz alan kısıtlığından dolayı pek kendilerini gösteremiyorlar. Oysa bizce Noah’ı canlandıran Lucios Hoyos’un annesine diklenmekten daha fazla, hapishane kaçkını Dodge’u oynayan Shamier Anderson’un vicdan sahibi bir eski mahkûma hayat vermeyi aşan, usta oyuncu Barry Pepper’ın sadece cemaatini sakinleştirmeye çalışan bir papazın çok ötesine giden bir oyunculuk kapasitesi var. Bütün bu yan karakterlerin arasında belki sadece küçük ‘kurtarıcı’ kız Matilde’i canlandıran Ariana Greenblatt öne çıkıyor.
Filmdeki görüntü yönetmenliği artık Netflix yapımlarının imzası haline gelmiş bir yapıda: Bütün maharetini göstermeye çalışan ve ‘sahte’ plan sekanslarının içine üst üste konulmuş stilistik ‘figürler’den ve karakterlerin sıkıntısını bize nakletmeye çalışarak sık sık bulanıklaşan kadrajlardan oluşuyor. Her ne kadar ‘teknik’ açıdan bir sorun yaratmasa da kamera biraz ‘otomatik pilota’ bağlanmış gibi duruyor.
Filmin yönetmeni Mark Raso (ve kardeşi Joseph) bir bilimkurgu/ gerilim filmi için iyi bir fikir, dinamik bir anlatım ve yetenekli oyuncular bulmuş, ancak tam olarak neye dikkat çekmek istediğine karar verememiş ve bize gerçekten ‘dokunabilecek’ ve sarsabilecek bir hikâyeyi biraz basit ‘işçilik’ mantığıyla işlemiş. Yazık!