YAZARLAR

Ayılana gazoz, bayılana limon, konuşana poligraf…

Siyasi liderleri ve partilerin başlıca sözcülerini, mesela, haftada bir yalan makinesine bağlayalım. Yalanlar çıktıkça kırmızı ışıklar yansın. Hatta ülke çapında sirenler çalsın. Memleketin kaderini etkileyen şahsiyetler, bu kadarcık sıkıntıya katlanıversin. Fena mı olur?

Kaç gündür aklımda o çocuk var. Trabzon’daki çocuk...

Hani muhalif lider Kılıçdaroğlu’na "hain" diyen, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a önümüzdeki seçimler için şimdiden oy isteyen ve hapisteki babasını özleyen çocuk…

Cumhurbaşkanı geçenlerde şöyle dedi: "Kendisi o esnada mikrofonu kapıp bir şeyler söyledi."

Çocuk gerçekten de onca güvenlik çemberini delmeyi başararak sahneye fırlamış ve "o esnada mikrofonu kapmıştı"; bunu hepimiz biliyoruz, değil mi?

Ama o anları gösteren kameralar ya da görüntüleri işleyen kanallar, bize öyle bir numara yaptılar ki… Sanki mikrofonu Cumhurbaşkanı kendisi çocuğa vermiş gibi bir izlenim edindik.

Kameralar ya da kanallar nedense bizden gerçeği gizlemişti.

Bunu neden yapmışlardı ki?

Doğruyu gösterseler ve söyleseler olmaz mıydı?

*          *          *

Ondan önce de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Sezen Aksu için "dilini koparırız" gibi bir şeyler dediğini zannetmiş, o konuyu tartışmıştık. Oysa kendisi daha sonra bize gerçeği açıklamıştı:

"Öncelikle benim oradaki hitabımın muhatabı Sezen Aksu değildir. Sezen Aksu Türk müziğinin önemli bir ismidir, eyvallah. (Eyvallah?..)

Şarkılarıyla milletin hislerine tercüman olmuş sanatçıdır. Bu başka bir şey, bunu bir kenara koyalım. (Başka bir şey mi, kenara mı koyalım?) Ama ben… insanımızın kutsalına laf edilmesine müsaade etmem. Yani burayı birbirinden ayırmamız lazım." (Bir dakika, burayı neden ayırıyoruz? Sezen Aksu "kutsala laf etti" mi yani sonuçta? Dil kesme hitabının muhatabı o mu yine de? Ama hayır, "Burada çok açık net bir gerçeği ortaya koymakta fayda var. Öncelikle benim oradaki hitabımın muhatabı Sezen Aksu değildir" dedi ya Cumhurbaşkanı!..

Tanrım, aklımı kaçırıyorum galiba. Kim bu konuşmaları yazıyor/yaptırıyor ve/veya böyle montajlarla aklımızı karıştırıyor?)

*          *          *

Hiç yalan söylenmese ne olur acaba?

Hayat daha mı güzel olur?

Yoksa beklenmedik sorunlarla karşılaşır, "yalan yetersizliğinden" sıkıntı çeker miyiz?

Yalanın İcadı diye bir film izledim Netflix’te. Konu ilginç.

Olay, hiç kimsenin yalan söylemediği (bu nedenle "yalan" diye bir kelimenin dahi bulunmadığı) bir dünyada geçiyordu.

Benim çok hoşuma gitti doğrusu ama tanıdığım birçok kişiyi rahatsız edecek "açık sözlü anlatımlar" vardı. İnsanların birbirleriyle ilgili olumlu-olumsuz düşündükleri ve her türlü isteği "sansürsüz" ortaya konabiliyordu.

Ne var ki, filmdeki mekân, ülke her neresiyse orada herkes buna alışmış durumdaydı.

Yakışıklı olmayan ve yetenekleri de pek gelişmiş sayılmayan senarist kahramanımız Mark, bir gün parasızlıktan (ah, parasızlığın gözü çıksın!) banka memuruna hesabından 800 dolar çekmek istediğini söylüyor. Oysa hesapta sadece 300 dolar var. Görevli kadın yalan diye bir şey bilmediği için bankanın teknik bir sorun yaşadığı sonucuna varıp Mark’a 800 dolar veriyor.

Ve o andan sonra kahramanımız "gerçekte var olmayan bir şeyler" söyleyerek pek çok menfaat sağlanabileceğini anlıyor ve bu yöntemi değişik alanlarda deniyor.

*          *          *

Her zaman kötü niyetle de davranmıyor; mesela, ölmek üzere olan annesine öteki dünya diye bir şeyi öylesine inandırıcı anlatıyor ki, bir süre sonra dünya medyası ondan "gökte yaşayan adam" ile ilgili uzun açıklamalar istiyor.

Ardından Mark’ın yalanlarla kazandığı ve gerçekleri söyleyerek kaybettiği bir dizi sahne izliyoruz. Filmin sonu güzel bitiyor bitmesine de… Senaryonun yazarları Ricky Gervais ve Matthew Robinson galiba yalandan pek vazgeçemiyor.

Hadi, biz de buna "beyaz yalan" diyerek durumu idare edelim, ağzımızın tadı bozulmasın haftanın ilk gününden. Bu tavrımdan kuşkulanan aşırı ciddi arkadaşlara Cem Karaca’nın Hep Kahır şarkısından kısa bir bölüm armağan edeyim:

"İnsanlar gülüyordu de,

Trende vapurda otobüste.

Yalan da olsa hoşuma gidiyor, söyle.

Hep kahır hep kahır hep kahır…

            Bıktım be!.."

*          *          *

İyi de sınır nerede? Nerede "beyaz yalan"? Nerede kara? Ve grinin bin bir tonu?

Bir yerde okumuştum, bilim insanlarına göre, her birimiz günde ortalama 20 civarında yalan söylüyormuşuz…

Tabii bunların çoğu küçük yalan… Örneğin, boş boş oturduğumuz bir zamanda çalan telefona cevap verirken "kitap okuduğumuzu" söylememiz veya falanca filmi görüp görmediğimiz sorulduğunda fazla duraksamadan atıp tutmamız gibi.

Küçük ve sıradan hayatlarda bile günde 20 masum yalan varken büyük politikadan ne bekleyebiliriz ki!..

Peki, tehlike, yani "menfaat için aldatma" eylemi nerede başlıyor?

Seçim konuşmaları, altının doldurulmayacağı bugünden aşikâr olan vaatler… Yolsuzluk tartışmalarında gözümüzün içine bakarak telaffuz edilenler… "Demokrasi ve insan hakları" sözleri… Vatan, millet, Sakarya söylemleri… Gerçekleri gizleyen gazeteler, televizyonlar, internet siteleri…



*          *          *

Neden bu kadar çok yalan var hayatımızda?

Neden yalansız geçmiyor günlerimiz?

Siyasetten ticarete, sanattan aşka kadar neden bunca yalan içine batmışız?

Yalanla yaşayan, onu olağanlaştıran ve başka türlü bir hayatın mümkün olduğunu bile düşünemeyen milyonlarca insan…

Topluma, akrabalara, sevgiliye, en kötüsü de kendine söylenen yalanlar…

Her gün gözümüzü bile kırpmadan söylediğimiz en az 20 yalan…

Bir de yalandan ahlaki gerekçelerle değil de "mecburiyetten" geri adım atma çabası ve bunun da pek bir belli olması: "Yanlış anlaşıldı", "dil sürçmesi oldu", "sözlerim maksadını aştı" gibi yumuşatılmış ve çoğu kez kaypaklığa göz kırpan anlatımlar…

*          *          *

Yalanın bu kadar sıradanlaştığı bir ortamda galiba yapılabilecek pek bir şey kalmıyor. Öyle "eğitim şart" falan diyerek konuyu şipşak halletmek kolay değil.

Ama işte, insanın hayal dünyası da boş durmuyor bazen.

Sporda yalanla mücadelenin bazı yöntemleri var. Söz gelimi, teniste topun nereye düştüğü tartışmalı olduğunda teknoloji yardımıyla gerçek ortaya çıkarılıyor. Futbolda hakemin kuşkuya kapıldığı anlarda video hakem uygulamasına başvurulabiliyor.

Siyasette olmaz mı?

Bizim siyasetçiler, en çok da Erdoğan ve Kılıçdaroğlu geçmişte birbirlerini defalarca "yalan makinesi" diyerek aşağılamaya çalıştı. Biraz gülümseten bir durum bu. Çünkü "yalan makinesi" derken, durmadan "yalan üreten makine" demek istiyorlardı.

Oysa ben sözü gerçek yalan makinesine getirmeye çalışıyorum, yani poligraf ya da yalan dedektörü denen teknolojik araca.

Yalan makinesi, insanın yalan söyleyip söylemediğini tespit etmeye çalışan bir alet. Yalan söylediğinden/söyleyebileceğinden kuşku duyulan kişi sensörlerle alete bağlanıyor. Sensörlerden gelen sinyaller, bir kâğıdın üzerine çizilen grafik ile, kişinin nefes alış hızını, nabzını, kan basıncını, terleme miktarını vs. kaydediyor.



Bazı Amerikan filmlerinde FBI ve CIA görevlilerinin sanıkları bu cihaza bağlayarak sorguladıklarını görmüşsünüzdür. Rusya'da ve başka bir dizi ülkede de yalan makinelerinden aktif yararlanılıyor. Hatta bazen işe eleman alınırken yapılan görüşmelerde bu yönteme başvuruluyor.

Yalan makinesini aldatabilecek yetenekte olan insanlar da yok değil tabii. Ama yine de bu uygulamanın yüzde 70-80 garanti verdiği söyleniyor.

*          *          *

Doğrusu yüzde 70-80 garanti bence yeterli. Her bir siyasetçiye olmasa da (o zaman bütçe sorunu çıkar sanırım) siyasi liderlere ve partilerin başlıca sözcülerine birer poligraf bağlansın.

Sürekli olarak ayak bileğine takılan elektronik kelepçe gibi olmasa da, mesela, haftada bir yalan makinesini bağla ve sorguya çek.

Yalanlar çıktıkça kırmızı ışıklar yansın. Hatta ülke çapında sirenler çalsın.

Memleketin kaderini etkileyen şahsiyetler, bu kadarcık sıkıntıya katlanıversin.

Fena mı olur?

Yazıyı "ABD’nin en zeki Devlet Başkanı" ile ilgili bir fıkrayla bitireyim:

Oğul George Bush, yeni geliştirilen bir yalan makinesini önce kendi üzerinde denemek ister.

Başkan’ı makineye bağlayan uzmanlar son açıklamaları yapar:

"Sorularımıza dürüst cevap verirseniz yeşil, yalan söylerseniz kırmızı ışık yanacak. Anladınız mı sayın Başkan?"

"Elbette anladım."

Kırmızı ışık yanar!..


Hakan Aksay Kimdir?

Leningrad Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi’nden mezun oldu. Moskova’da uzun süre Cumhuriyet ve NTV, kısa sürelerle de diğer gazete ve televizyon kanallarının temsilcisi olarak çalıştı. Rusya ve Türkiye-Rusya ilişkileri konusunda birçok projede yer aldı. Rus-Türk Araştırmaları Merkezi’nin kurucu başkanıydı. Moskova’da uzun yıllar Nâzım Hikmet’i anma etkinliklerinin organizatörlüğünü yaptı. Türkçe ve Rusça dört kitap yazdı. 2009 sonunda Türkiye’ye döndü. 11 yıl T24’te köşe yazarı ve programcı olarak çalıştı. Tele1 ve Artı TV’de programlar yaptı. 8 Kasım 2021 - 16 Mart 2022 tarihleri arasında Gazete Duvar Genel Yayın Yönetmenliği yaptı.