Aylak adam
Mutsuz bir insan gibi oluyordu ve her zaman kaçmak iyi bir şeydir kronik mutsuzlardan, yoksa üstünüze bulaşır. Lime lime eder, kenara atarlar kahkahalarınızı. Tebessüm baştan öksüz kalır zaten.
Sao Paulo’da aylak aylak dolaşıyordum. Tabii ki çok iyiydi. Hayatını patrona satmak zorunda kalmadığın zamanlar, her zaman güzeldir. Bir hedefim de yoktu ki bu daha da güzeldi. Bir sokak görüp dalıyordum ya da bir cadde içine çekiyordu beni, farkında olmadan düşüyordum içine. O zamanlar ‘navigasyon’ filan da olmadığından kaybolabiliyordu da insan. Ah altın çağ, kameraların ve bilgisayarların olmadığı. Şimdi ki dolaşmak filan değil kadraja girmek.
-Kameralar tanrıya şirk koşmak değil mi?-
Üç-dört kişi toplanmıştı henüz. Ben de durdum. Bir aylak sorumluluğu bu, merak ve iştirak. Bir genç adam belindeki kuşağa halat geçiriyordu. Bir kameraman vardı ve elinde fotoğraf makinesi olan bir kadın. Galiba sevgilisiydi de adamın. Sarılıp, sarılıp duruyordu, endişeli bir yüzle. İyi ışık aldığında güzel bir yüzü vardı kadının ama gölge düşünce etkisini kaybediyordu. Gözlerindendi galiba, parlamadıklarında çirkin oluyordu bence. Mutsuz bir insan gibi oluyordu ve her zaman kaçmak iyi bir şeydir kronik mutsuzlardan, yoksa üstünüze bulaşır. Lime lime eder, kenara atarlar kahkahalarınızı. Tebessüm baştan öksüz kalır zaten.
Yüksek ve eski bir binadan sarkan kalın bir halata geçirdiler, belindeki kuşağı. Binaya tırmanacaktı adam. Kameraman başına geçti işinin ama kadın hâlâ hazır değildi. Boşuna tırmanmış olacaktı adam ya da düşecek, fotoğrafsız. Sonra çıkmaya başladı binaya. Halat sadece önlemdi. Kadının endişelenmesi gereksizdi bence iyi tırmanıyordu çocuk. Eski bir taş binaydı tırmandığı. Bankaydı galiba. Finans ofisleri doluydu etraf, herkes çalışıyordu. İlk kata çıktığında hâlâ fazla kalabalık değildi etraf. Orada biraz bocaladı adam. Dışarı doğru bir çıkıntısı vardı binanın, mimar estetik katmıştı kafasından. Bu nedenle düşecek olsa, mimar suçlu sayılamazdı kesin. Nereden bilsin adam binasının tepesine çıkmak isteyecek birisi ve güzeldi bence de çıkıntılar ve ölmüştür zaten mimar, çoktan…
Öğle tatili zamanı geldi galiba. Ellerinde üçgen tostları ve suşileriyle beyaz yakalı çalışanlar çıktı dışarı. Beyaz yakalıların favori yiyeceğiydi bir ara suşi. En az haftada bir yemezsen işten atılıyor olabilirlerdi. Öyle görüyordum çünkü. Hele Londra’da, bu haftada iki-üç olmalıydı. Belki bundan çıkıyordur, finans dünyası ve borsa krizleri filan. Hiç kimse bu tarafını araştırmıyordu. Ben de bıraktım, ellerindeki suşileri seyretmeyi. Yazık adam koskoca binaya tırmanıyor, sen haşlanmış pirinç seyrediyorsun ve içine uzanmış bir balık. Karşıdaki merdivene oturup, yemeklerini yemeye başladı herkes. İnsanların binaya çıkılması için yapılan merdivenlere oturmaları, genç adımınsa binanın yukarıya duvardan tırmanması bir çelişkiydi bence. Merdivende kadınlar külotları görünmesin diye bacaklarını bitiştirip, sağa ya da sola yatırıyorlardı. Çoğu en azından ve çubukla da yiyenler vardı suşiyi. Zor iş beyaz yakalı olmak.
Genç adam 14. kata geldiğinde. Harold Lloyd’un saatin akrebine tutunarak, sarktığı ünlü ‘Safety Last-Güven En Sonda’ filmi geldi aklıma. Hiç halat filan bağlı değilmiş Harold Lloyd’a ve gerçekten sarkmış oradan. Sadece bir metre kadar altında, kameradan kaçırabildikleri, bir iskele kuruyorlarmış. Kenarlarında da korkuluk olmayan. Düşünce sırt üstü oraya yapışması gerekiyormuş. Hatta düşmüş de bir-iki kere.
Tepesine vardı bizim adam. Genç kadın alkışladı. Fotoğraf çekmedi ama yine. Tırmandım diyecek adam ama fotoğraf yok. Bu gibi şeylerde sevgilinle çalışmayacaksın. İyi ki kameraman vardı. Seyircilerden de alkışlayanlar oldu. Bazıları suşi çubuklarını birbirine vurdu. Üstlerine ve merdivene döküldü, haşlanmış pirinç…
Sonra saate tutunmuş beyaz yakalılar, neredeyse hep beraber, merdivenlerden kalkıp, tutundukları saatle birlikte ofislere sürüklendiler. Düşmemek için bırakamıyorlardı akrep ve yelkovanı.
Halbuki düşerlerse altta hayat dolaşıyordu, aylak aylak…