YAZARLAR

Ayrılan yollar: 10 üzerinden 6,7

Araf’ta yepyeni hayatlar, hayaller ve mücadeleler kuruluyor. Alabildiğine özgün bir sekülerlik (sekülerizm değil, sekülerlik) sökün ediyor şafakta.

Geçen hafta iki erkeğin hayatlarını ve inançlarını konuştuk. İlki Kürşat Ayvatoğlu, 1993 doğumlu. Ülkenin cumhurbaşkanıyla, iktidar partisinin muktedir kişileriyle ve içişleri bakanıyla yan yana çekilmiş fotoğrafları vardı. Ama adını, sanını öğrenmemizin sebebi bu görüntüler değil, alıp satarak sermayesini büyüttüğünü sonradan söylediği pahalı arabalarının ve burnuna “pudra şekeri” çektiği fotoğraflarının faş olmasıydı. Kastamonu Belediyesi’nde işçi olarak başladığı kariyerine daha sonra AKP’de büro elemanı olarak devam eden Ayvatoğlu’nun macerası senelerdir gark olduğumuz “bu işte bir yolsuzluk var” duygusuna en açık bir delil gibiydi.

İkincisi, Talha Hakan Alp, 1973 doğumlu. Birçoğumuz kendi imanından şüpheye düştüğünü öğrencilerine ve kamuya ilan ettiği tweetleriyle tanıdık. Dönüp kim olduğuna baktığımızda okuduğumuz ve belli ki daha okumaya devam edeceğimiz yaşam öyküsü senelerdir sürdürdüğümüz, kod adı “gençler deist mi oluyor?” tartışmasının boşuna olmadığının deliliydi sanki. İsmailağa Cemaati’nin Kur’an kurslarında başlayan din adamlığı kariyeri, Arapça, kelam ve hadis eğitimi ile devam etmiş, Rıhle Dergisi’nde, Yeni Şafak’ta düzenli olarak yazıları yayınlanmış, ayrıca Daru’l Hikme İlim, Araştırma ve Kültür Merkezi’ni kurmuştu. Çeşitli dinî meselelerde kaleme aldığı 15 kadar da kitabı vardı. Twitter’da yaptığı “zorunlu” açıklamanın bir yerinde şunu diyordu: “Din ve peygamber inancı hakkında da sorgulamalarım sürüyor. Oturtamadığım birçok şey var ama burada bunları konuşursam tartışmaya yol açar, ne burada ne şimdi bunu yapmak istemiyorum... İnancımdaki değişime paralel olarak gerek dünya görüşümde gerek yaşam tarzımda da gözle görünür biçimde değişim yaşadım. Sadece inanç değil, başından beri inanç üzerine temellendirdiğim ahlak anlayışımı da sorguluyorum... Bana hoca gözüyle bakan arkadaşlar bunu bilirlerse onlar için de benim için de en doğrusu olur... Gerçek şifadır.” (1)

Önceki hafta, gencecik bir kadınla, başındaki örtüyü açma arzusu yüzünden ailesinden gördüğü şedit baskı hakkında yazışırken hâlâ kafamın içinde dönüp duran bir cümleyi, sıradan, öylesine bir şey gibi yazıverdi: “Babam dine inanıyor, ben Allah’a.” Çok iyi bir dinî eğitim almış bu genç kadın, babasından daha iyi biliyor her şeyi. Kitaplarda okuduklarıyla, babasının anlattığı ve onu da yaşamaya zorladığı din arasında hemen hiçbir ilişki olmadığını söylüyor. Babasının dininin kendisini de, babası dahil ona inanan herkesi de mutsuz ettiğini gözlemlemiş. “Ben mutsuz olmak istemiyorum, kendim olmak istiyorum. Allah’tan korkmuyorum, onun rahmetine güveniyorum” diyor.

DİN KIRGINLIĞI

Başını açan bütün kadınlar dinden çıkmıyorlar. Artık “Müslüman kimliği” ile anılmak istemeyen genç erkekler de öyle hop diye başka bir dine ya da ateizme, deizme vs. geçmiyorlar. Pek çoğu sadece biraz kenarda, Araf’ta durmak istiyorlar. Kendi akıllarını, kalplerini dinlemek için. Onlara şah damarlarından daha yakın olan o yere, Allah’ın yerine, anayı, babayı, cemaati, partiyi, devleti vs yerleştirmemek için. Bulsalar bir su kenarı, salkım söğüt gölgesi, herkesin sustuğu, gürültüsüz bir yer, zaman da olsa hani, dalıp gitmek istiyorlar kendi düşüncelerine ve duygularına. Birçoğu bu arzuyu, ihtiyacı “kendim olmak istiyorum” diye özetliyor.

Bir zaman önce Necdet Subaşı, “din yorgunluğu” diye bir kavram atmıştı ortaya. Dinin, Müslümanların her işlerini onunla açıklamalarından, popüler kültür içinde tüketilmekten yorgun düştüğünü, yıprandığını söylüyordu. Çok geçmeden aynı kavramı bu defa Ayşe Böhürler, belli ki Subaşı’nın yazısından habersiz olarak, gençlerin dinden duydukları yorgunluğu tarif etmek için kullandı. Yorgunluk, yaklaşık üç yıldır dinlediğim genç kadın ve (daha yenilerde) erkeklerin halet-i ruhiyesini tarif etmekten çok uzak. Daha çok bir hayal kırıklığı, gönül kırgınlığı var dinlediğim öykülerde. Hallerini beyan ettiklerinde karşılaştıkları şiddet yüzünden de öfke. Her şeyin birbirine karışıp ağır kokulu, kapkara renkli bir sanayi atığı gibi önlerinden akıp gitmesi karşısında tedirginler. Bu hayatiyet düşmanı zehirli suyun her iki tarafı da gürültülü ve pis. Geçtiği yerde ot bitmiyor, öyle bir su ki, çürütüyor her şeyi. Değil o suya karışmak, bakmak, havasını solumak bile istemiyorlar.

Ayvatoğlu dindar bir karakter değil. Nevşin Mengü’ye, bizzat arayıp bütün soruları cevaplayacağını vaad ederek verdiği söyleşiden anlaşılıyor. Onun o civardaki varlığı AKP’de hatırı sayılır bir yeri olan bir tanıdığımın 15 Temmuz’dan sonra anlattığı bir meseleyi getirdi aklıma. Kahrederek demişti ki özetle, “Fethullahçılardan boşalan yerlere eleman yerleştirirken gönderilen referanslarda ‘dindar değil’ ya da ‘temiz’ ibaresi kullanılıyor. Çünkü dindar birinin, Fethullahçılarla ilgisi olup olmadığından kimse emin olamıyor. Bunu 28 Şubat’ta bile yapmamışlardı bize. Biz kendimize yapıyoruz.” Tabii “eleman adayı”nın solcu ya da başka partili bir aileden gelmemesi şartı da aranıyordu herhalde. Beş yıl sonra karşılaştığımız manzaraya bakınca, “makbul eleman” profilini tahmin etmek çok zor değil. Ayvatoğlu gibiler bir şekilde girdikleri kamu kurumlarında ve AKP’de yükselmeye o esnada başladılar herhalde. Özellikle taşrada ve sonra da merkezde. “Çok çalışıyorum, yılda bir hafta tatil yapıyorum ve iyi yaşamak istiyorum” diye özetliyor hayatla ilgili gailesini Ayvatoğlu. İyi yaşamaktan kastının ne olduğunu ortaya dökülen fotoğraflardan anlıyoruz.

'İYİ HAYAT'TAN KAÇIŞ

Sonra değişti tabii bu durum. Bir zamanlar Fethullahçıların kamuya zinhar yaklaştırmadıkları cemaatler eleman havuzu olarak görülmeye başlandılar. Malum-u aliniz, kuvvetini beka kaygısından alan pek muktedir devletimiz hiçbir vakit güvenmemiştir yurttaşlarına. İlle de kefil ister. AKP’nin ve AKP’lilerin birbirleri de dahil olmak üzere kimseye güvenmemek için “eski Türkiye”nin devletinden bile çok nedenleri var. Cemaatler elemanlara kefil olarak, onları devlet nezdinde “makbul vatandaş”lar mertebesine taşımaya başladılar çok geçmeden.

Değişmeyen ve o civarda üzerinde en çok müşterek olunan şey Ayvatoğlu’nun “iyi yaşamak” diye özetlediği halin tanımı. Bu kulaklar, bir alan araştırması esnasında şunu duyduğundan beri unutamıyor: “Müslüman iyi evlerde yaşamalı, iyi arabalara binmeli, iyi giyinmeli ki inançsızlar Allah’ın iman edenleri nasıl ödüllendirdiğini görsün.” Arada merak edip taradığım ilahiyat fakültesi dergilerinde, İslam’a zenginlik karşıtı “batıl” inançları sokanların başka dinlerin mensupları olduğunu, bunu Müslümanların güçlenmesini istemedikleri için yaptıklarını iddia eden makalelerin sayısında da hayli artış oldu son yıllarda. Haliyle iktidar cenahında hep beraber şahit olduğumuz pervasızlık karşısında, “Herhalde kıyametin koptuğunu ve artık cennette olduklarını düşünüyorlar” diye geçiriyorum aklımdan. Her şey bu dünyada yaşanıp bitecek, öte dünyaya kalmasın hiçbir imtiyaz ve zevk-ü sefa. Hesap mı dediniz? Önceki “mağduriyetler”e sayınız efendim. Hem kimin umurunda?

Öte yandan, Talha Hakan Alp’in de “babam dine, ben Allah’a inanıyorum” diyen genç kadının da çok iyi dinî eğitimleri var. Her şeyi kaynağından öğrendikleri hemen anlaşılıyor. Allah’la aralarındaki ilişkiyi “hazır lokma” olarak görüp koymamışlar sofraya. Öyle görseler yolları açık. Talha Hakan Alp saygı duyulan bir din alimi. Sözünü ettiğim genç kadın, kudretli bir network’ü olan babasının suyuna gitse kelimenin bütün anlamlarıyla rahat eder. Okul bitince işi hazır. O network’ten uygun bir koca da bulunur. Instagram’da evini, giysilerini, yaptığı yemekleri paylaşır, doğurduktan sonra da “baby shower” eğlencesini. Ne olacak yani?

Niye yapmıyor peki? Talha Hakan Alp’in ve bu genç kadının yollarını, devletlû dinlerinin onlara sunduğu bu “huzur” dolu hayattan ayırmalarının sebebi ne ola ki? Rahat mı batıyor? Belalarını mı arıyorlar? Neyin içine sığmıyor bu insanlar? Neyi sığdıramıyorlar içlerine? Niye, memleketin şimdiki halinde, canlarını tehlikeye atmak pahasına ayırıyorlar yollarını dinlû ve devletlû ağ(a)larla?

KENDİNDEN ŞÜPHE ETMEYENİN İMANI ŞÜPHELİ OLUR

Babaannem demişti, onu da çıkarmam aklımdan hiç, daha evvel de yazmıştım başka bağlamlarda: “Kendinden şüphe etmeyenin imanı şüpheli olur.” Elbette şüphe edeceksin, düşüneceksin, kafa yoracaksın, her gün bir şüpheni gidereceksin ki, imanından emin olasın, diye anlamıştım ben bunu. Derken beni şüpheye düşüren şeyleri listelemeye başladım. Beni “şüpheye düşüren” şeyler listesindeki hemen her maddenin ayaklarımızın altındaki zemini topyekûn çekmeye azmetmişlerin eylemleri olduğunu fark ettim. Kendilerinin de aynı zemin üzerinde durduklarını bilerek, bindikleri dalı kesen ve ama sırf elinde testere var diye kendini bunu yapmaktan alıkoyamayan birinin edasıyla yapıyorlardı bu işi. Sırf ellerine paslı bir testere geçirdiler diye kıyamet gününün sahibi olduklarını zannettiler. Ellerindeki paslı testereyle, sanayi atığı kimyasallardan mürekkep pis kokulu derenin kenarında kuruyup kalmış, akıp giden ve kendi eserleri olan balçıktan korunmak için tırmandıkları çürük bir ağacın, üzerine çağanoz gibi gerildikleri dermansız dalını kesmekle meşguller. Ne acayip bir manzara değil mi? Getirebiliyor musunuz gözünüzün önüne?

Hal böyleyken yok “kültürel hegemonya” imiş, yok “Asım’ın nesli” imiş, geçiniz bir kalem. Hane içlerindeki yangınlar sürdürülebilir cinsten değil. “Din elden gidiyor” diye endişelenmelerine gerek yok. Dinin elden gitmesi için başka taliplerinin olması gerekirdi. Kim ister ki orta yerinden geçen dere sanayi atıklarıyla zehirlenmiş, bile isteye zehirlenmiş, şifa niyetine tek bir yaban otu bitmeyesiye kirletilmiş bu araziyi? Yani elden giden din değil, hayatiyet. Dini, herkesi içine hapsettikleri bir cezaevine dönüştürdükleri için kaçıyor genç insanlar dinden. Zannettiler ki başkalarının çocuklarına zehir ettikleri hayat, kendi çocuklarına bal olacak. Ayan beyan her hücrelerinden taşan hiddetten, engel olamadıkları bu kaçış karşısında nasıl çaresiz oldukları anlaşılıyor. Tabii ki biliyorlar hangi günahlarının ceremesini çektiklerini. Başladıkları yere geri dönebilecekleri yolları katranlayıp yakmışlardı bir zaman önce. Akılları başlarına gelmedi, kimseleri dinlemediler. Şimdi oldukları yerde bile kıpırdayacak halde değiller.

MİNARELER SÜNGÜ, KUBBELER MİĞFER

Ah tabii görüntü pek öyle değil. Her yerler cami dolu. Memleketin kuş uçmaz kervan geçmez tepelerine bile betondan ulu camiler bindirilmiş. Diyanet İşleri Başkanı geçenlerde gene yakındı: “40 yıl camisiz üniversiteler oldu bu memlekette. Şimdi biz geçmişi, geçmişin sıkıntılarını konuşmak bize bir fayda vermez. Bugüne bakalım, geleceğe bakalım inşallah, istikbale bakalım. Bugün Elhamdülillah bütün üniversitelerimizde işte bu güzel cami gibi camilerimiz yükseliyor, çoğu tamamlandı. Şu an itibarıyla yine de 30 civarında üniversitemizde tamamlanmak üzere camilerimiz var.” Düşünmeden edemedim, keşke cami bir ihtiyaç olarak kalsaydı, bir boşluk, bir yokluk, bir arzu olarak. Belki alelacayip mimarileriyle burnumuza sokulup, tepemize taş gibi atılmasalardı hâlâ toplanma ve tanışma yeri olarak iş görebilirlerdi. Sahi, cami bu demekti değil mi? Buluşma ve tanışma yeri. Ayrışma ve kapışma yeri haline getirdikleri camilerin sayıları arttı. Ama işte onlar da sanayi atığıyla zehirlenmiş aynı derenin kenarındaki çürük ağacın meyveleri gibi salınıp durmaktalar boşlukta. Çok, ama çok acayip alametler bunlar.

Gene Diyanet İşleri Başkanı, biliyorsunuz korona olup şifa bulduktan hemen sonra koştura koştura Diyarbakır’a gitti ve “Gençlerimizi batıl anlayışlara kaptırmayalım. Çocuklarımızı İslam'ın dışındaki ideolojilere, inançsızlığı pompalayan, ateizmi, deizmi, zerdüştlüğü pompalayan birtakım örgütlere, yapılara kaptırmayalım. Kaptırırsak bu bizim için çok büyük bir vebal olur” buyurdu. “İslam’ın dışındaki ideolojiler” dedi ya Hu! İlkokulda öğrendiğimiz kümeleri hatırlarsınız, karşılaştırılamayan şeyler aynı kümede duramazlar. Demek artık İslam’ı cümlede saydığı diğer şeylerle aynı kümede görüyor. Biz görsek, Allah muhafaza, suç işlemiş, milletin hassasiyetlerini incitmiş oluruz. Dil sürçmesi midir acaba? Ama biliyorsunuz, dil sürçmeleri yanlışlıkla olmaz. Dille dimağ arasındaki tutarsızlıkta şekillenirler. Dimağ dile isyan eder ve cebren hakikati/niyeti söyletir. İslam’ı din mertebesinden alıp, ideoloji derekesine indiriverdi Diyanet İşleri Başkanı. Testere sesini duyuyor musunuz siz de? Nasıl da kösnül bir telaşla gidip geliyor çürük dalın üzerinde.

ALACAKARANLIK VE ŞAFAK

İstanbul Planlama Ajansı bünyesinde faaliyet gösteren İstanbul İstatistik Ofisi, “Ne eğitimde ne istihdamda olan gençler araştırması” yapmış geçtiğimiz günlerde. 18-24 yaş grubunda 407 gençle telefonla yapılan görüşmelerden dökülen rakamlar içler acısı. Yüzde 86,3’ü bir tanıdığı olmadan Türkiye’de iş bulmanın zor olduğuna inanıyor. Yüzde 78,5’i önemli yerlerde tanıdıkları olmadığını söylüyor. Yüzde 52,4’ü iş imkânlarının 20 yıl öncesine göre daha kötü olduğu kanaatinde. Bütün üniversiteleri camilendirilen ülkede yaşayan gençlerin yüzde 52,9’u Türkiye’de iyi eğitim alanların iyi yaşam sürdüğü düşüncesine katılmıyor, bu düşünceye katılmayanların oranı ilkokul mezunları arasında yüzde 76,5. Yüzde 79,3’ü Türkiye’de fırsat eşitliği bulunmadığını söylüyor. Yüzde 57,4’ü iş bulamadığı için çalışmıyor. Yüzde 75,5’i yurtdışında, yüzde 65,6’sı mümkünse Avrupa’da çalışmak istiyor. Aynı araştırma gençlerin ortalama kaygı düzeyini ise 10 üzerinden 6,7 olarak tespit ediyor.

Şöyle de diyebiliriz, AKP yaklaşık 20 yıldır sürekli değiştirdiği koalisyon ortaklarını siper ettiği iman dolu gövdesinin, ülkenin tüm “maddi ve manevi” kaynaklarını sarfetme iştiyakı sayesinde bırakın dinden, ülkeden bile kaçmak istiyor gençler. Yani ne din, ne millet gidiyor elden. Gurur duyabilirler kendileriyle, ülkenin bölünmez bütünlüğüne de halel gelmiyor. Ülke geleceğini kaybediyor, o kadar. O geleceğin yerine geçmişin hayaletlerinden mürekkep başka bir şey koyuyorlar belli ki. Bu da hiç tesadüf değil. Biliyorsunuz, hayaletler hayatiyete ihtiyaç duymaz, yaşar giderler sanayi atıklarından mürekkep derenin kıyısındaki kurutulmuş ağacın gölgesinde. Ağuşlarını açar beklerler bindiği dalı kesen gafil düşsün aralarına diye.

Yok, tabii ki hikâye o zehirli atıklarla yüklü derenin olanca hayatiyeti öldürdüğü arazide bitmiyor. Araf’ta yepyeni hayatlar, hayaller ve mücadeleler kuruluyor. Alabildiğine özgün bir sekülerlik (sekülerizm değil, sekülerlik) sökün ediyor şafakta. Devletin mabadımıza “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganıyla yerleştirdiği konforlu damgadan biraz farklı bu gelmekte olan. “Anamın-babamın beni sığıştırdığı bu daracık dinde yaşamayacağım, kendim olmak istiyorum” diyen gencecik insanların, temiz kalma azmi ve cesaretiyle tarif ettikleri taptaze bir ufuk.

Bakmayın “aman onlar da kaç kişiler ki?” diyenlere. Marjinalin gücüne inanın. Malum, marjindeki o ferahlık olmasa harfler, kelimeler, sözler, anlamlar ya sıkış tepiş yığılır üst üste ya sayfadan boşluğa dökülüverir. Önümüzdeki şu birkaç yılı müşterek meselelerimize müşterek çareler arayıp hayata geçirmeye, sözünü ettiğim dereyi ve araziyi ıslah etmeye sarfetmek yetecek. “Ben ezberimdeki hayat bilgisinden vazgeçtim, kendimi kendim öreceğim” diyen bu gencecik insanların, analarının babalarının eziyet ettikleri insanlarla, eziyet görmek pahasına eşitlenme aruzusunda büyücek bir esin kaynağı var.

1- Talha Hakan Alp’in twitter açıklamalarının cemaatli çevrelerde nasıl bir yansıması olduğunu çok güzel aktarmış Hidayet Şefkatli Tuksal, “Muhafazakâr camiada deprem,” 3 Nisan 2021, Serbestiyet.

 
 
 

Ayşe Çavdar Kimdir?

Önce gazeteci, sonra akademisyen, bir süredir Almanya’da yaşıyor. Kent çalışmaları ve kültürel antropoloji disiplinleri içinden İslamcılık, milliyetçilik, dindarlık vb. konularla uğraşıyor.