Aysel Tuğluk ve başkasının acısına bakmak

Aysel Tuğluk ağır bir travma yaşamış, hapishane koşullarında hayatını sürdüremez duruma gelmiştir. Bugün onun adına konuşmak, ses vermek zulüm karşısında suskun kalmak istemeyenlerin görevidir.

Google Haberlere Abone ol

Hasan Hayri Ateş

“Faşizmin bir politikadan öte toplumsal dokuya sirayet ettiğine dair gelişmeleri görüyoruz ve bundan kaygı duyuyoruz. Bu nedenle her türlü ayrımcılığa ve ötekileştirmeye hatta düşmanlığa karşı birbirimizi olduğu gibi kabullenme, değer verme yolunda atılacak her türlü adımın geleceğimiz açısından umut kaynağı olarak gördüğümüzü ifade etmek istiyorum.”

Aysel Tuğluk böyle söylemiş, Eylül 2017’de avukatlarının kendisi ile yaptığı bir görüşmede. Tuğluk’un, bu sözleri annesinin cenazesine karşı yaşanan ağır saldırı sonrası dile getirmesi, onun olaylara nasıl baktığının da göstergesi.

Faşizmin, kötülüğü sıradanlaştırıp normalleştirmesine karşı kaygılarını dile getirirken, umudunu da belirtiyor. Kurduğu cümlelerle anlam vermeye, ayrımsız herkesi anlam vererek yüreklerini birbirine açmaya çağırıyor. Çünkü yürekler buzdağına döndükçe katılaşma ve karşıtlaşma derinleşir, düşmanlıklar büyür, acılar çoğalır.

Peki, Tuğluk’un iyilik telkin eden, yüreklerin buzdağlarını eriterek birbirine akması için çabalayan erdemli yaklaşımı karşısında ne var?

Açık ki her türden insani hissiyatı tüketerek tek renge bürünmüş bir fotoğrafın yansıdığı duvar var. Toplum da önemli oranda bu duvara baktığından neyin ne olduğunu göremiyor, anlayamıyor. Gerçeklikle yüzleşebilmesi için, hayatın her şeyiyle gözler önüne serildiği bir pencere açmak gerekir.

Fakat pek çok zaman bir pencereden baktığında bile, insanın gördüğü, gene duvar olur. Çünkü tek renkli duvarın yarattığı şartlanmayla ötekine karşı önyargılarla zehirlenmiş; görme, anlama, anlam verme yetisini yitirmiştir. Dolayısıyla pencereden bakmak da yetmez, kalbin ve vicdanın gözünü açmak, merhamet duygusunu canlandırmak gerekir ki, baktığında gördüklerine kör kalmasın.

Peki, insan ötekine neden kör kalır?

Susan Sontag bunu, Başkalarının Acısına Bakmak adlı kitabında, fotoğraflar üzerinden anlatmaktadır: İç savaşa sahne olmuş faşistlerin kuşatması altındaki İspanya’da, hükümet haftada iki defa şiddeti yansıtan fotoğraflar paylaşmaktadır.

Bahsi edilen bir fotoğrafta, bir bombanın göçerterek harabeye çevirdiği evde, üç çocuğun cansız bedenleri tanınmayacak haldedir. Sağlam kalmış bir duvarda da hâlâ bir kuş kafesi asılı durmaktadır.

Böyle bir fotoğraf bakınca ne hissederiz?

Sontag’ın aktardığı sorgulamanın, insanı, şartlanmışlıklarından kurtularak ahlaki bir yüzleşmeyle karşı karşıya getirdiği çok açıktır. Savaşı tüm acımasızlığıyla yansıtan fotoğraf karesine bakıldığında ilk anda ne gördüğümüz, ne hissettiğimiz ve ne düşündüğümüz önemlidir. Tablo karşısındaki hissiyatımız, tüm sıfatların ve nitelemelerin dışında bir acıya odaklanıp odaklanamadığımızı gösterir.

Ülkemizde de bahsi edilen görüntülerin çok daha sarsıcı olanlarıyla fazlasıyla karşı karşıya kaldık. Bu durumda karşımıza çıkan görüntülere nasıl baktık, bakıyoruz? İlk göz temasında büyük üzüntü duyuyor muyuz? Yoksa acı çekenlerin kim olduklarını ve aidiyetlerini mi merak ediyoruz?

Ne yazık ki, özellikle iç savaşın yaşandığı ortamlarda ötekileştirici, ayrımcı ve dışlayıcı politikalar toplumda da küçümsenemeyecek bir karşılık üretir. Çatışmaların derinden seyrettiği, bir de yıllara sirayet ettiği dönemlerde kimin kim tarafından öldürüldüğüne; ya da zulme uğrayanın kim olduğuna bakmak, buna göre refleksler sergilemek bir davranış haline gelir. Bunu Türkiye’nin son kırk yılında, en çok da son beş altı yılda fazlasıyla deneyimledik.

Bu bağlamda son yıllarda medya üzerinden kamuoyuna yansıyan çok sarsıcı görüntülere tanıklık edildi.

Cenazesi bir hafta sokakta kalan Taybet İnan’ın yerde öylece uzanıp kalmış hali. Öldürüldükten sonra defnedilemediği için cenazesi günlerce derin dondurucuda bekletilen on yaşındaki Cemile Çağırga. Bir başka fotoğrafta ise çatışmada hayatını kaybeden ve sonra cenazesi kargo ile gönderilen çocuğunun tabutunu kucağına almış halde, yıkılıp kalmış bir anne... Hacı Lokman Birlik öldürüldükten sonra boynuna halat geçirilerek, zırhlı araca bağlanarak sürüklenirken yansımış objektiflere. Bir çatışmada hayatını kaybeden Kader Kevser Eltürk’ün (Ekin Van) servis edilen üryan fotoğrafları.

Bu görüntülerden biri de, Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un defnedilmesi esnasında kamuoyuna yansıdı. Ardından saldırganların İçişleri Bakanı ile çekilmiş fotoğrafları, tablonun ne kadar vahim olduğunu gösterdi.

Açık ki, iktidar eliyle sistematik hale getirilen kötülük, başkalarının acı çekmesini amaçlamaktadır. Aksi halde iç güvenliği sağlama sorumluluğu olan bir bakanın bahsi edilen saldırının failleriyle aynı fotoğraf karesinde görüntülenerek kamuoyuna servis edilmesinin başka izahı yoktur.

Bu ve yukarıda verdiğimiz olaylar karşısında, yaşanan ise suskunluk ve kayıtsızlık oldu. Öteki gördüğüne kayıtsız kalan kesimlere, “Biraz merhamet!” demek gerekiyor. Çünkü merhamet önemlidir ve birçok şeyi önceler. Schopenhauer “insanı insan ve insancıl yapan yegâne duygu merhamettir,” diyor.

Schopenhauer insanı gerçek ahlaka ulaştıran merhametin, aynı zamanda adalete ve insan sevgisine de ulaştırdığını belirterek yasa ve sevginin; ahlak ve adaletin gerektirdiği zorunluluklar olduğunu söyler. Gene devamla, “Yasalar, bireyleri şekillendirir ama ahlaklı olmalarını sağlayamaz, bireyleri farklı seçimlere zorlasa da hedeflerinden vazgeçiremez. Burada yalnızca kötülüğün yöntemi değişir,” diye belirtmektedir.

Evet, merhamet önemlidir. İnsan sevgisinin kökeninde de merhamet vardır. Hakkaniyetli davranmayı sağlayan da, haksızlıkları önleyen de genellikle merhamettir. En tahammül edilmez haksızlıklar ve zulüm karşısında sessiz kalındığında, merhamet duyguları öldürülmüştür.

Oysa bu duygu, başka birine acımak değil, esas olarak acı çekmesini önlemektir. Yaşadığı acılara duyarlılık göstermektir. Dolayısıyla içimizdeki insanı yaşatabilmenin de biricik yoludur bu.

O halde bugün merhamet duygularını prangalardan kurtarıp, Aysel Tuğluk ve ölümcül durumda olan mahpuslara bakmak, yaşadıklarını hissetmek gerekir. Ses vermek gerekir. Toplumun en geniş kesimleri bunu yapabildiği oranda bir şeyler değişebilir.

Artık biliyoruz ki Aysel Tuğluk annesinin mezarına bile tahammül edilememesi sonucu ağır bir travma yaşamış, hapishane koşullarında hayatını sürdüremez duruma gelmiştir. Bugün onun adına konuşmak, ses vermek zulüm karşısında suskun kalmak istemeyenlerin görevidir. Bu aynı zamanda azaphaneye dönüştürülmüş ve cenazelerin çıktığı hapishanelere de ses vermek olacaktır.