'Aziz İskender' ve Müslüm Yücel'in beden okumaları
Müslüm Yücel'in 'Aziz İskender/küçük İskender’in Şiirindeki Bizden İyiler' kitabı Klaros Yayınları tarafından yayımlandı. Yücel, “küçük İskender, herkes kadar benim de arkadaşımdı. 90’lı yıllarda Meis Bar’da şiir geceleri yapardı, o zaman tanıdım” cümlesiyle başladığı yazısına, ikisi arasında otuz yıl süren istikrarsız ilişkinin kısa bir serimini yaparak devam ediyor.
Ahmet İlhan
Müslüm Yücel’in yakın bir tarihte Klaros Yayınları'ndan çıkan 'Aziz İskender/küçük İskender’in Şiirindeki Bizden İyiler' kitapçığı, İskender’in ölümünden sonra yaşamına ve şiirine yönelik yapılan araştırma, inceleme ve analizlerin arasında, oldukça özgün bir içeriksel yaklaşım ve farklı, titiz bir analiz biçimiyle dikkat çekiyor. İskender’e, Hristiyanlığa ait bir ermişlik mertebesi olan “aziz”lik (karşı-azizlik) sıfatının yüklenmesinin, hem İskender’in şiirselinde “eşcinsel” kimliğinin inşası ve savunusunu dini argümanlarla hesaplaşması üzerinden gerçekleştirmesiyle hem de özellikle Hristiyanlık semantiğinde en katı kuralların “eşcinsellik”ile ilgili olarak yerleştirilmiş olmasıyla ilgili olduğunu sanıyorum. Müslüm bu belirlemeyi, “Eskiden eşcinseller dinsel bilginin ışığında, özellikle İncil’deki ‘Eğer bir erkek başka bir erkekle bir kadınla yatar gibi yatarsa çok kötü bir şey yapmış olur; ölüme mahkûm edilir’ hükmü ile ifade edilirler ve bunun somut karşılığı olarak da idam edilirlerdi. İdam edilmeyen kimseler de yakılırdı” ifadesiyle kayıt altına alır. İskender, eşcinsel kimlik sahiplerinin nefretle damgalanmasını, yerleşik toplumsal normların, alışkanlıkların yaygın kullanımıyla ilişkilendirerek eleştirmekten çok; sorunu metafiziksel-mistik ontolojinin alanına taşıyarak Tanrı’yla ve onun varoluş semantiğiyle hesaplaşması üzerinden tartışma alanına taşır. Eşcinsel kimliğin kabulünü-meşruiyetini, halk’tan değil, halik’ten talep eder. Çünkü yeryüzü dünyasının anlamsal metninin kurucu öznesi Halik’tir ve kurucu paradigma da onun söylemiyle oluşmuştur. Öyleyse bir hesaplaşma yaşanacaksa muhatap bellidir. Ancak İskender için bu sadece, Halik tarafından tek yanlı bir “tanınma” talebi de değildir, karşılıklı “tanıma”ların şartlarını da içeren bir “tanışma” bildirisidir. 'Aziz İskender'de bu ima, güçlü bir şekilde işaretlenir.
Yücel, çalışmasının giriş bölümünü İskender ile kendisinin şahsi karşılaşmasına; tanışma, birliktelik ve kopuşlarına ayırmış: “küçük İskender, herkes kadar benim de arkadaşımdı. 90’lı yıllarda Meis Bar’da şiir geceleri yapardı, o zaman tanıdım” cümlesiyle başladığı yazısına, ikisi arasında otuz yıl süren istikrarsız ilişkinin kısa bir serimini yaparak devam ediyor. Yücel’in “herkes kadar…” ölçüsünü koymasının, İskender’in şahsi ve şiirsel kimliğinin semantik ve ontolojik konumu gereği, hiç kimseyi tam olarak o konumun alanına dâhil etmeyen/ ama tümüyle dışarıda da bırakmayan, yani sınırda tutan doğasını işaret eden bir ima taşıdığını düşünüyorum. Daha çok şiir üzerinden geliştirdikleri, birbirlerine şiirsel temasın olanakları içinde dokundukları uzun bir dostluktur sözünü ettiği. Yücel ardından: “Bu kitapçık, önce 'Karanlık Kardeş' kitabımda yer alan bir yazıydı; sonra bu yazıyı Hürriyet Gösteri için yeniden ele aldım. Umarım İskender’in izini sürenler için bir boşluğu doldurur” diyerek çalışmasının özgün ve özerk sınırlarını bildirir. Hemen ardından da çalışmasının ilk teması olan “kopuş” la küçük İskender’in Türkçe şiir geleneğinden nasıl, hangi gerekçelerle ve yöntemlerle koptuğunu analiz etmeye geçer.
Yücel’in yaptığı türde eleştirel çalışmalar yapmak; "eşcinsel farklılığı" istikrarsız bir farklılık ilişkisi yerine belirli bir varlık olarak konumlandırarak hedef kitle için okuma kılavuzları oluşturmak, tanınabilir ve yeniden üretilebilir tekil bir eleştirel kimliğin varlığını, gerektiğinde savunarak eleştirel üretimi okunaklı hale getirmek ve bu çeşit eleştiriyi, edebiyat eleştirisinin bir parçası kılarak, tüketime sokmak yükümlülüğünü de beraberinde getirir. Eleştirmen için İskender’in şiirini okumak, eşcinsel bir bedeni okumak ve sürekli bir “şüphenin” yorum alanında düşünsel gezintiler yapmak anlamına da gelir ki Yücel bunu, titiz, sakin, olgun bir maharetle gerçekleştiriyor. Çünkü bilişsel ve algısal incelemenin bir nesnesi olarak "eşcinsel farklılığı" gün ışığına çıkarma zorunluluğu, doğal olarak, kötücül önyargılarla dolu bir kutuyu açma veya onu tümüyle ortadan kaldırma ihtiyacını doğru yönetmek ve bir özgürleşme politikasının merkezinde kalarak doğru adımlar atmayı gerektirir. Zira küçük İskender’in, şiirselinde içkin olana, eşcinsel bedenini bir üst metin olarak yerleştirdiğinde, (bir çeşit homografik anlamsal düzlem yarattığında) şiirinin hem dilini hem yapısını hem de içeriğini hiç alışık olmadığımız başka bir okuma biçimine sunmaya çalıştığını biliriz. Kaldı ki bedene, yazıda, bir cinsel kimlik alt metni olarak erişildiğinde, metnin anlamsal mantığı, aynı zamanda bir kimlik iddiası ve inşası taşıdığında, iç içe geçen çelişkili bir alanda tartışmayı sürdürme zorunluluğumuz olduğunun farkındayızdır. Hatta bazen metnin ve estetik bağlamın geride kaldığı okumalar öne çıkar ki İskender’in metinlerinin bu tekinsiz alan dışında, başka türlü okunması da mümkün görünmemektedir.
Müslüm Yücel, ‘kopuş’ tematiğine şu ifadelerle kadem basar: “küçük İskender, bir kopuşu ifade eder ama bu kopuşla bir akım başlamaz; kendi içinde dönüp duran bir akım olur. Şiirin odak noktalarından biri kötü ise diğeri kötülüktür. Buna isyan eder. Acı çeker. Arada arabesk ile paslaşır. Arabeskin toprağımıza yabancı olmadığını dile getirir. Acı afrodizyak olarak yerini alır şiirde: Hüzün, hazan, hasret, ıstırap.” Yücel bu kopuşun, geleneğin-mevcudun dilinden, içeriğinden ve bütün olarak toprağından yani gezegeninden ayrılma olduğunu; kendi zeminini, atmosferini, çekim ve itme gücünü oluşturmak üzere gerçekleştiğini belirtir. Mevcut olana yeni alanlar, olanaklar açmak üzere gerçekleşmez. Çünkü İskender’in yasaklayıcı bir ilişki içinde konumlanan dilinin ve semantiğinin, farklı bir anatomik kod taşıyan okunaklı gövdesinin mevcudun içinde kalmaya izin vermediğini ve zaten İskender’in de buna gönüllü olmadığını biliriz. “Kopuş” teması, esas olarak Yücel’in İskender’i mistisizmle ama klasik inanç alanına dâhil edilmeyen bir çeşit mistisizmle buluşturduğu bir izlekle sürer: “İskender’i bir dine bağlamayabilir miyiz? Bu, onu ilgilendiren bir sorudur. Ancak genel olarak biz, daha doğmadan/ bilinçaltımızdan önce kodlandığımız (Jung) hayat içinde, Müslüman’ızdır ve Tek Tanrı’ya iman ederiz. Bilinçaltında ise Tanrı ve yarattığı göksel imgeler bize tebelleş olurlar ya da biz, onlara tebelleş oluruz. Bu anlamda İskender ile benim/ bizim aramızda hiç bir fark yoktur. Tanrı’nın varlığı da ona acı verir, yokluğu da; aynı ve hatta benzer şey melek, şeytan ve periler içinde geçerlidir. Ancak hepsi, bunlara öteki dünya da dâhil bedende (beyin ve yürekte) karşılıklarını bulurlar. Hatta şunu da söyleyebilirim İskender, kimi mistik diye bilinen şairlerden daha öte bir mistiktir; çünkü mistikliğinin maddi bir karşılığı yoktur onda, tek kelime acı ve acının karşısında haz, hazan vs. vardır. Bunun yanında mistik tanımlanırken hep tek bir yan, din ve Tanrı vurgulanır; İskender de bu mistik yan, karşıtlarıyla birlikte vardır." Yücel’in, İskender’i inanç alanına dâhil eden yaklaşımı, temelini şairin 'Gözlerim Sığmıyor Yüzüme' kitabındaki “Muzır Vahiy” şiirinden alır. Yücel’in kendini, İskender’i ve hepimizi bir dine (Müslümanlığa) bağlı olmaya icbar eden paradigması, iddiasını; hepimizin verili bir yeryüzüne doğmuş olmamız ve belli anlamsal kodlarla en baştan işaretli oluşumuzdan alır. Bu durum, bizi, irademiz dışında dinsel, etnik, cinsel vs. bir kimliğe ait kılar. İstesek de bunun dışına kolay kolay çıkamayız ki İskender’in belki de ömrü boyunca savaşımı da bu verili kimliğe karşı olmuştur. İskender’in acısı, isyanı ve kederi de bu verili dünyanın toprağına basmak, havasını solumak zorunluluğuna karşı içine düştüğü çaresizlik durumundan kaynaklanır. Yücel bu izlekten, İskender’in “gizem ve uyuşmazlık” taşıyan şiirsel ve şahsi kimliğine ilişkin bir başka izleğe geçerek çalışmasını detaylandırır.
“Gizem ve uyuşmazlık” teması için Yücel: “Ancak şu bilgide bir yerde bize bakar; erkek ya da kadın yalnızca farklıdır, eşcinsel ise gizemli ve uyuşmayandır. İşte küçük İskender’in şiiri de buruda durur, gizemli ve uyuşmaz. Tanrı, şeytan ve melek bahsinde gizemli, toplum açısından da uyuşmazdır” saptamasını basamak yapar. Eşcinsel kimliğin yüzyıllarca şeytani bir kötülükle damgalanması, faillerinin büyük cezalarla karşılaşması, eşcinsel fiile ve faile ait nosyonların, ideolojik inşasının güçlendirilebileceği, kabul edilebileceği bir zemine 20. yüzyıla dek olanak tanınmamıştır. Yücel’in de işaret ettiği gibi; eşcinsellik, yüzlerce yıl verili olarak içine doğduğumuz teolojik düzenin sapkınlık, siyasi düzenin topluma ihanet, toplumsal düzeninse mevcut rollerin ve konumların bozulması yoluyla yıkılışını, bir tehdit unsuru olarak temsil etmeye devam etti. Eşcinselliğin uyuşmazlığa doğru anlamsal kodlanışı, yerelleştirildiği ve bu nedenle sosyal ortamda okunabildiği anda, görülmesine izin veren metonimik bir dağılmaya maruz kalışıyla ilgilidir. Geçmişin ve bugünün otokratik, ataerkil, monist iktidar ilişkileri alanına dâhil olan ve onun tarafından üretilen heteroseksüel cinsellik alanı için eşcinsellik, her zaman bir şüphe yorumlamasına tabi olmuştur. Yücel’in, İskender’in durduğu yeri “gizem ve uyuşmazlık”la çerçevelemesi, geçmişi çok uzaklara dayanan verili bir durumun da tespitidir.
Yücel’in “gizem ve uyuşmazlık” temasında, İskender’in “Muzır Vahiy” şiirinde, teolojik metinlerde de yer alan “kötülük, iyilik, tanrı, şeytan” nosyonlarıyla ilişkisini, hesaplaşmasını ve bunları anlamlandırmasını konu ettiğini görürüz: “Şiirin ortalarına doğru bir seğirme, bir kendi içinde dönme, bir çocuk sesi ile kendi ayininde kendine ram deme belirir: “Kumbarama atıp biriktirdiğim bozuk hüzünleri/ bütünlemiyor ki kimse: Tek bir O. ” O kim? O hem sevgili hem gazap. O, Karamazofların doğmadan ölmüş “bilinmeyen üvey abisi;” O, “yüzükoyun döndükçe ezilen gazap üzümleri.” Sonra, Tanrı- Tanrım, yalnızca onu duyacak olan Tanrı’ya içini dökme: “Tanrım! Sinirli bir sudaydı o, yansıyan yüzünün/ insanı kahreden heyecanları, yansıyan yüzünün, insanı yadsıyan yanları.” Dikkat edilirse İskender, varoluşçuluğun kötülük problemi ile birlikte Tanrı’nın karşısına çıkıyor ya da Tanrı’yı yorumluyor.” İskender’in Tanrı ile samimi bir dertleşmesine dönen şiirsel metinde, Tanrı’ya iç dökme-günah çıkarma yoktur, esasında kendini- Tanrı tarafından yok sayılan varlığını- ona bildirme, var etmedeki ilk hale, Tanrı’nın “kün” deyişindeki o ilk ana dönerek kendince belirlediği bir haksızlığı-ihmali kayıt altına alma ve Tanrı’yı da buna şahit olmaya davet ediş vardır. Varoluştaki bu ihmal kayıt altına alınmakla ne olacaktır? Yücel’e göre bu çabada: “Bir keder anı vardır ve Tanrı ile baş başa kalma isteği koşul olarak ağır basar. Çünkü kendine söyleyeceği bir şeyler vardır; diliyle söylediklerinin yanında bir de derininden/ içinden söylemek istedikleri vardır; bunları Tanrı duyar, kendisi duyar.” çağrısı vardır. Yücel, İskender’in Tanrı ile kurmaya çalıştığı bu iletişimsel çabasında, “Kerem dedi ki şiirinde Edip Cansever’in baba oğul- birinin diğeri olma (Yakup –Yusuf) haline Ece Ayhan’ın devlet dersinde öldürülen oğul” metaforlarıyla yaptıklarının bir benzerini yapmaya çalıştığını düşünür. İskender’in Tanrı ile arkadaş olma, dost olma, bunu çok derininde içinde duyma ve bazen de onu dışında aramaya itildiği bir çabanın anlamsal açılımında, giderek onun yokluğunu ifşa etme, kayıt altına alma ve o yokluğun kendinde yeni bir ontolojik doğuşa ve semantik konstrüksiyona imkân veren söylemi inşa etmeye izin veren yeni bir düzene işaret ediş vardır. Yücel, Tanrı’nın İskender’in dünyasından çekilişini şöyle betimler: “Tanrı Tadı, giden ile Tanrı aynı yerde durur ve bu durmanın kilit yeri de anlamadır: “Senden başka beni bu kadar kim anlar.” O, kim? O sevgilidir ve yok olduğu için, artık aranmayacaktır ama varlığı da inkâr edilmeyecektir. Ona karşı bir kin yoktur; sadece o gittikten sonra, başlayan bir sessizlik olacaktır.” Ardından da bu yokluğun ontolojik ve anlamsal dönüşümünün İskender’de nasıl gerçekleştiğini, gidenin yerinin neyle doldurulduğunu anlatır. Tanrı, yerini insana, bırakacaktır ve “yaşanmışlık” bir hac-geçici uğrak yerine dönecektir; şair de haccı olup, onun, varlığında, kendi yokluğunu dokuyacaktır.
Müslüm Yücel’in çalışmasının son temasını “ Yeraltının gayr-i sakin suları” adını taşır. Yücel bu bölümde ilk önce verili birkaç çalışmadan bahseder ve onlardaki; kadını, yaratılışın ve dünya hayatının dışında bırakan, kadını kötülük kaynağı gibi gören temayı tarif eder. Oradan küçük İskender’in şiiri ve şiiri ile birlikte düzyazılmış metinlerinin adını andığı temayla benzerliğine odaklanır. İskender’in çalışmalarının William Burroughs’tan, Nick Cave kadar bir meyil izlediğini; onlar gibi sahnelense izlenebilen/ gözlemlenebilir bir şiir kurduğu ve buralardan, yeraltına indiğinin görülebileceğini söyler. Ardından da işaret ettiği “yeraltı”nın kötülüğe karşı duruş demek olduğunu ve bunu 'Erotika'dan itibaren işlediğini belirtir. Yücel, adını andığı İskender’in yer altısının tam olarak neye tekabül ettiğini şöyle anlatır : “Burada bir hamamböceği gibi durmak yoktur; bir yanda anarşizm, diğer yanda nihilizmle, hayal dünyasını birleştirme söz konusudur (şiirde); şiir, eleştiri değildir ama yeraltının kaide ve kuralları gereği yaşadığı ülkeyi, ülkeyi yöneten sistemleri (izmleri) eleştirir, kendince öneriler sunar; örneğin Cihangir’e heykel yapılması. Bu arada, ifadelerini yüksek sesle dile getirir ve bu onu, mevcut olanın dışına iter (marjinal).” Yücel, İskender’in yeraltı dünyasında kadına yer vermeyişini, onu şeytanla bir görüşünü, kötülük kaynağı sayışını, hor görüşünü çeşitli düzyazılarından ve şiirlerinden örneklerle verir. Bu arada saygıyı ve var olmayı hak eden tek kadının İskender için annesi olduğunu ona bir şekilde kutsiyet kazandırdığını da belirtir. Fakat Müslüm’ün çözümlemelerinde İskender’in “kadını” niçin aşağıladığını, aptal bulduğunun cevabını ya da analizini bulamayız. Sadece bu belirlemeyi yaparak anlamsal analizini bir başka çalışmaya bırakmış olabilir. Zira bu izleği yarıda kesip ardından, İskender’in anlatısında Şeytan’ın iblis, Lucifer ve Mephisto gibi adlarla anıldığını, Tanrı ve şeytanın bisikletin iki tekerleğine benzeyen denge unsurları olarak kabul edildiğini ve genel olarak şeytanın (kadınlar dışında) ve Tanrı’nın birbirine yakın bağlamlarda kullanıldığını söyler. Yücel, oldukça ilginç belirlemelerin, çözümlemelerin ustalıkla ele alındığı çalışmasının sonunda İskender’in her dizesinin bir kitap sayfası gibi yavaşça çevrilmesi gerektiğini ironik bir dille tembihlerken, bir şiir eleştirisinin ki özellikle de quir eleştirisinin nasıl yapılması gerektiğinin yetkin bir örneğini sunmuş olur. Görüp söylediklerimden daha fazlası, elbette eserin kendinde saklı…