Aziz Kedi 'Gibi'yi anlattı: Yazmaya oturduğumuzda tek bir kural koyduk
Aziz Kedi, senaristi olduğu 'Gibi'yi, "Yazmaya oturduğumuzda tek bir kural koyduk: bu dizideki tüm erkekler birkaç şeyi, tüm kadınlar da başka birkaç şeyi temsil edecek. Dizide cinsiyetçilik, homofobi vs olmaması ve bunların karşısında alay ederek durulması elbette tesadüf değil" sözleriyle anlattı.
Bu yıl birbiri ardına hayatımıza giren yeni dijital platformların bize en güzel armağanlarından biri, Gibi oldu. Kendinden başka pek bir şeye benzemeyen, çok farklı bir absürt komedi dizisi. Arkasında Ölümlü Dünya ve Cinayet Süsü filmlerindeki yaratıcı birlikteliklerini diziye taşıyan Feyyaz Yiğit ve Aziz Kedi var. Ekranda görünmese de ismiyle müsemma muzip varlığını hep hissettiren Aziz Kedi’yle Exxen’de ikinci sezon hazırlıkları süren diziden ülkemizde komediye uzanan “ciddi gibi değil gibi” bir sohbet ettik.
Filmlerinize de çok gülmüştüm ama “Gibi” bu ekibin en sevdiğim işi oldu şimdiye dek. Yerli komedi listesi yapsam kesin ilk 20’ye girer. Çok farklı, özgün, eşit ölçülerde mütevazı ve iddialı. Komik! Nasıl başladı, nereden çıktı?
2020 yazında pandemiden ötürü Ölümlü Dünya 2'yi çekemediğimiz için bir anda boşa düştük. Sonra Feyyaz, "Abi bizden dizi istiyorlar" dedi. Birkaç yıl önce yazdığı birer sayfalık üç ayrı öyküyü gösterdi. Acayip beğendim. Gelen tekliflere baktık, malzememize baktık. "Bunlardan dizi olur mu?" gibi bir tereddüt yaşadık ama sonunda Exxen'le el sıkıştık. Fakat ocak ayı yayın dönemine çok az kalmıştı, 21 günde 12 bölüm yazdık. Geri kalan her şey de çok hızlı halledildi.
Bizde skeç tipi anlatım çok yaygındır. Siz gerçekten skeç olabilecek, görünürde incir çekirdeğini doldurmayan konularla her bölümü 20-30 dakikalık bir dizi yapmışsınız ve çok başarılı. Bunu nasıl başardınız, bu iç ritmi nasıl tuttunuz?
Gibi, her şeyden önce bizim için bir deney olacağı için heyecanlıydık. Yeni açılan bir dijital platformda sessiz sedasız yapalım, bakalım iyi bildiğimiz şeyleri eğip bükünce neler olacak diye çok merak ediyorduk. Bu deney kendi ölçüleri içinde başarılı oldu, bize de çeşitli yanıtlar verdi. Feyyaz'ın eş dost arasında oynadığı, çok fena zırvaladıktan sonra bir es verip, konuyu "gibi..." diye bağlayan bir tiplemesi vardır. O "gibi"yi isim olarak koymamızın sebebi işte diziyi bizzat bizim de hiçbir şeye direkt olarak benzetemememiz. Bahsettiğin iç ritim de bu biçimsizlikten doğmuş olabilir.
Hep bir kültürel çatışma teması var bölümlerde. Kan parası gibi gelenekler, nü modellikte kendini bulan bir dedenin akrabalarıyla imtihanı, aktif kan davası olan bir badanacının içindeki sanat tutkusu, Erasmus’la gelen yamyam… Buralarda biraz “masa başı” bir süreç oldu mu, “bir de şu konuyu işleyelim” gibi, yoksa laf lafı mı açtı, kendiliğinden mi gelişti?
Kültürel çatışma Türkiyeli olmanın DNA'sı değil mi? Bundan kaçış yok. Şunu söylemeliyim ki iki yazar olarak kafalarımızda (ve bilgisayarlarımızda) şu iki dosya hep açıktır: meseleler ve durumlar. Durumlar da bu meselelerin belli koşullar altında tecessüm etmiş halinden ibaret neticede. Yani bugüne kadar ayrı ayrı veya birlikte yaptığımız hiçbir işte "mesele"den soyutlanmış bir tek sözcük anlatılmamıştır. Ancak önce meseleyi seçip onun etrafında roman, film, dizi yaratmak bize hep tatsız geldiği için tersini yapıyoruz. Çalışırken "laf lafı açıyor" yöntemi zaten vazgeçilmez. Her şey bu sokratik soru-cevap sistemiyle çıkıyor. Bizi çok güldüren (ya da rahatsız eden) bir an ya da bir durum bulunduğu zaman "meseleler" dosyasına başvuruyoruz. Oradakilerin hepsi de öyle üç beş gün değil, uzun yıllardır kafa yorduğumuz şeyler. Diğer elementlerle en uyumlu meseleyi alıp harmanladığın zaman ortaya anlatmaya değer bir hikâye çıkıyor işte. Artık bunu herhangi bir ürüne dönüştürebilirsin. Yeter ki komik bir şeyi anlatırken komik olmaya ve önemli bir meseleyi tartışırken didaktik olmaya çalışma.
Gibi müthiş bir absürt durum komedisi. Bizde absürt komediye yoğun bir ilgi var. Bunun biraz da kolaya kaçmak olduğunu düşünüyorum bazı örneklerde. Yani absürtlüğün sağladığı geniş imkânlar, olay örgüsündeki açıkları kapatmak için kullanılabiliyor. Gibi’de bunu hiç hissetmedim. Temalar absürt ama işlenişte ince bir detaycılık var, durumlar çok inandırıcı biçimde kurulmuş. Sen absürt komediye nasıl bakıyorsun, Gibi’yi nereye oturtuyorsun?
İçinde oynadığımız kümeyi sınırlayan şey "possible but unlikely" çizgisi. Yani "mümkün ama düşük olasılıklı." En şahane, en komik şeyler TAM o sınırda durduğun zaman çıkıyor. Bugüne kadar yaptığımız şeyler absürtün kitap tanımına giriyor evet ama absürt dendiğinde yaygın anlayış, "possible"ın ötesinde yapılan şeyler. Orada bildiğimiz dünyanın fizik kurallarını takmayabiliyorsun. Buna da itirazım yok. Ama "Evet yahu çok saçma ama bu olabilir!" dediğin sürece bunu bir hile olarak değil, imkânları genişleten bir araç olarak algılıyoruz. Yani ne filmlere ne de Gibi'ye "absürt" demeye dilim varmıyor. Hepsi "possible but unlikely."
“Yılmaz Bey Banyo” diye bir bölüm var. Hem serinin en özel bölümlerinden biri, hem de içerdiği “sosyal mesaj” imkanıyla da, Gervais türü ofansif komedinin sınırlarında dolanıyor. Yer yer hayli dokunaklı. “Gibi”nin suya sabuna dokunmaz konular aracılığıyla suya sabuna dokunma biçimini çok sevdim. Ofansif mizaha yaklaşımın nasıl? Sosyal medyada, sözlüklerde, dizilerde?
"Yılmaz Bey Banyo" bölümünün ilk editini izleyince Feyyaz'ın eşi Sedef oturup ağlamış. Çok ağırdı. Sonra birkaç ek yazdık da ajitasyon etkisinden kurtardık. Kendi adıma ofansif, defansif mizah falan tanımıyorum. Bir reklamcı, mühendis ya da politikacı bir takım insanların "rahatsızlığı"nı dikkate almak zorunda kalabilir. Ama hiçbir sanatçı için bu geçerli değildir. Ofansif mizah diye bir şeyi kabul ettiğin zaman ofansif olmayanı da varmış gibi anlaşılır ve yaptığın işi bir kategoriye koyma izni vermiş olursun. Sonra da bu kategori tartışmaya açılır. Hayır, yaptığım şeyin kimi "rahatsız" ettiği benim problemim olamaz. Saygı ve hoşgörüden de bahsetmiyorum. Söylediğim sözün varlığını kabul etmek zorundasın. Çünkü bu sözler ve bu düşünceler var. Onları görmezden gelmek ya da kabul etmek ya da küçümsemek ya da onlara kızmak senin kendi içinde halledeceğin şeyler.
Bir yerde bir sözüne rastladım, “hırs birçok berbat insanı uçurur ama uçmak berbat insanlara yakışmaz” diye… Oradan da aklıma geldi. Kendi zekasıyla büyülenmek diye bir komedyen arızası var, bizim ülkede çok yaygın. Özellikle komedi üreten erkeklerde gözlenen bir durum. Bir süre sonra yaptıklarından çok kendilerini ciddiye almaya başlıyorlar ve sonun hızlı başlangıcı gibi bir şey oluyor. Gibi ve ekibi bu açıdan da sağlam bir yerde duruyormuş gibi geldi bana. Sen bu meseleye nasıl bakıyorsun?
Bahsettiğin şey var mı hakikaten bilmiyorum. Ancak eğer varsa sıralamana itiraz edeceğim. Bir insanın önce başarılı olup sonra kendini aşırı ciddiye almaya başlayacağını pek sanmam. O kişi zaten en başta kendini ölçüsüzce ciddiye alıyordur, başarı ve şöhret bu kısık ateşin üstüne dökülen benzin oluverir. Kendi dandikliğini erkenden fark edip kabullenen bir insan zaten ömür boyu bununla meşgul haldedir. Bazı özel yönleri varsa bunların da yalnızca paketin bir parçası olduğunu bilir. Böyle birine istersen üç Oscar iki de Nobel ver; tadını çıkaracak, eğlenecek ama günün sonunda bir tebessümle yürüyüp gidecektir.
Bizde komedi bir süredir bir tıkanma yaşıyor sanki. Tutan iyi komedi dizisi yok gibi bir şey. “Gibi” bu açıdan da sevindirdi. Diziye girerken bu konuda bir kaygınız oldu mu, “tutar mı tutmaz mı” gibi?
Türkiye taa 50'lerden günümüze kadar görsel sanatlarda hep gelişerek geldi. Yeşilçam ve sonra 90'lar dizilerinden itibaren sinema ve televizyonda belli bir seri üretim var. Ve bu da diyelim ki 5 yıl öncesine dek en önemli unsurlardan birinin eksikliği - akıl almaz bir şekilde- yok sayılarak yapılageldi: yazar! Tabii ki bazı özel örnekleri dışarıda tutarak söylüyorum; tiyatro, sinema ve televizyonumuz bugüne dek yazarsız olarak iyi kötü bir şeyler üretmeyi başardı. Her şeyden önce iyi bir metne, senaryoya ihtiyaç yoktu. Ne dayarsan daya gidiyordu. Çeviriyle, adaptasyonla, çalıntıyla, aktör karizmasıyla idare edilebildi. Fakat şimdi artık internet ve özellikle dijital platformlarla üretim ve tüketimin finansman modelleri de değişince "Lan bir dakika?!" denmeye başlandı. Bu saatten sonra çok iyi aktörlerimizin, yönetmenlerimizin, reji elemanlarımızın vs yanında çok iyi yazarların da yetişip geleceğine neredeyse eminim. Yazar derken "eli kalem tutan" insanları kastetmiyorum, mesleği yazmak olan, bütün varlığıyla bu işe angaje olmuş kişilerden bahsediyorum. Bu anlamda gelecek için çok umutluyum.
Burada ufak bir ekleme yapmak istiyorum. Bana göre iyi aktörler, yönetmenler gibi iyi yazarlar da hep vardı. Bizde yapım süreçlerinde en önemli öğe olan senaryoyu mümkün olduğunca ikincilleştirmek gibi sektörel bir eğilim var. Dakika başı değişen yazım ekipleriyle sarsılan dizi senaryolarından da anlaşılabilir bu. Aynı şekilde adaptasyon düşkünlüğü de, apartma eğilimi de yazarlardan çok yapanların yazım sürecini nasıl gördüğünü betimliyor bence. Şimdiyse hem tüm varlığıyla bu işe angaje olmuş yazarların sayısı artıyor hem de sektör nihayet yazarın, yazım süreçlerinin hakkını teslim etmeye zorunlu olduğunu daha iyi algılamaya başladı gibime geliyor…
Elbette! Tabii ki iyi yazarlar vardı ve hala var, olmaz olur mu? Demek istediğim şuydu, ne kadar yandan çarklı olursa olsun ortada bir sinema ve televizyon endüstrisi varsa diğer üyeleriyle orantılı olarak kamyon dolusu yazar da olmalıydı. Yapanlar bunu vazgeçilmez bir ihtiyaç olarak görmediğinden işin o tarafı hep güdük kaldı. Bu tarihin önemli bir kısmı boyunca yazar ajanı, yazar sendikası, yazar mektebi falan hiç duydun mu? Genel olarak ya edebiyatçılar senaryo üretti, ya haftada üç tane attırıveren farbikasyoncular ya da bizzat yönetmenler... Ülkede yayınlanan ilk özgün "senaryo yazma kitabı" ne zaman basılmış bir bakınız. Yoksa seninle yüzde yüz aynı fikirdeyim.
Katılıyorum ben de son dediğine. Bir istek sorusu iletiyorum, benden değil bir izleyicinizden geliyor bu soru: Diziyi yaparken kendi güldüğünüz esprilerden, durumlardan mı yola çıktınız yoksa izlenirlik kaygısı daha mı öndeydi?
Gibi'de "izlenirlik" için gerektiği düşünülen hemen her şeyin tersi var. Ağır bir tempo, uzun sahne ve sekanslar, devamlılık arz etmeyen konu ve karakterler... Metinde "şaka" ve "espri" yok, kadroda "celebrity" yok. Biz uzun yıllardır Kıvanç'la (Kılınç) çalışmayı çok istiyorduk. Yardımcı aktör olarak ondan hiç kuşkumuz yoktu. Fakat yapımcımız Barış Ayaztaş'la birlikte oturup böylesine müphem bir teksti yorumlayacak yönetmen nasıl bulunacak diye kara kara düşündük. Dahası, biraz daha ilerleyince dizinin bir casting kabusu olduğunu idrak ettik. Fakat hem yönetmenimiz Ömer Sinir mükemmel bir iş çıkarttı hem de casting ekibi bize tam bir şov yaptı, hepsi sağ olsunlar. Kısacası izlenirlik kaygımız hiç yoktu, bu metni nasıl doğru oynar ve doğru çekeriz, işi doğru insanlara nasıl pay ederiz gibi dertlerimiz vardı. Hem bunlar başarıldı hem de çok izlendik. Yani belki de "bunlar" başarıldığı için çok izlendik.
“Gibi”nin en sevdiğim yanlarından biri de ana karakterleri erkek olmakla birlikte ana besininin “toksik eril mizah” olmaması. Yani kadını aşağılama temelinde bir mizah, ana bacı türü bel altı espri, homofobi o kadar uzağınızda ki ara ki bulasın. Bunlar bizde komedinin ana elementi gibi yıllardır. Hiç de didaktik olmadan bu erkekler kulübü havasından nasıl sıyrıldınız? Ana malzemeniz toksik cinsel şaka olmayınca küfürler de bana komik geldi bu arada.
Yazmaya oturduğumuzda tek bir kural koyduk: bu dizideki tüm erkekler birkaç şeyi, tüm kadınlar da başka birkaç şeyi temsil edecek. O "şey"lerin ne olduğunu açıklamayıp izleyiciye bırakmak daha doğru olur. Şu kadarını söyleyebilirim ki dizide cinsiyetçilik, homofobi vs olmaması ve bunların karşısında alay ederek durulması elbette tesadüf değil. Diğer yandan bu bir kamu spotu da değil. "Ben hepinizden daha doğru düşünüyorum..." tafrasıyla konuşmak da bir o kadar yanlış. Bu nedenle prensibi korumak kaydıyla insani olan her şey içeri girebilir. Kadınlara ısrarla "bayan" diyen bir grup adamın dönüştürülebileceğine olan inancımız tamdır.
Biraz kendinden bahsetmek ister misin artık? Aziz Kedi takma ismin, uzun süre Okan Bayülgen’in çok izlenen şovlarının metinlerini yazdın ve Feyyaz Yiğit’le sanırım komedi macerasının başlangıcından beri ortak üretimleriniz var, başka?
Aziz Kedi takma isimlikten çıkalı çok uzun zaman oldu (Gerçek ismim Şebnem Özcan). Televizyonla birlikte ve ondan sonra da uzun süre gazete ve dergilerde yazdım. Bir kitabevi işlettim. Kitap editörlüğü yaptım. Feyyaz'la olan işbirliğimiz arkadaşlığımızla birlikte başladı zaten. 2015'ten itibaren de Ali'nin (Atay) önderliğinde sinemaya girdik. Ben bu arada ülke değiştirdim. Sinema, dizi işlerinin haricinde bir yıla yakındır da online senaryo dersleri veriyorum (Aslında senaryo işin bahanesi, bütünsel olarak yazmak hakkındaki tecrübelerimi paylaşıyorum). Mutlu bir insanım.
Son yıllarda kendini “mutlu bir insanım” diye tanımlayan biriyle karşılaşmak o kadar zor ki, şahane geldi bu. Beş yıldır Londra’da yaşıyorsun, yurt dışında yaşayıp Türkiye için üretmek nasıl bir şey?
"Türkiye için" diye bakmıyorum pek. Mutlaka bir şey için olacaksa Türkçe için üretiyorum gibi düşünmekten daha çok hoşlanırım. Bütün bağlılığım, merakım, deneyimim, yatırımım Türkçe üzerine. Son birkaç yıldır İngilizce içerik ürettiğim de oldu ama lüzumsuz bir şehvetle orayı kanırtsam bile asla Türkçe'deki rahatlığımı, şımarıklığımı bulamayacağımı biliyorum. Teknik anlamda ise yurt dışında olup Türkiye'ye üretmek diye bir şey zaten söz konusu değil. Bir internet bağlantısı ve bir laptopum olduğu sürece nerede olmadığımın hiçbir anlamı yok.
“Gibi”yi kimler izliyor? İzleyici kitlenizi nasıl tanımlarsın?
Ömrümün son 15 yılı "izleyici kitleleri"yle geçti, Gibi'ninki kadar heterojen bir dağılım hiç görmemiştim. Beklendik izleyici ekibimizin çok ama çok dışında insanlardan mesajlar alıyoruz. Bunun sebebini analiz edebilen varsa da lütfen bana yazsın, bu bilgiyi kullanarak sonsuza kadar başarılı yapımlara imza atmak isteriz.
İkinci sezon ne zaman?
İkinci sezonu şu günlerde yazıyoruz (Temmuz 2021). Sanıyorum Ocak 2022'de yayında olacak.
Merakla bekleniyor! Teşekkürler Aziz Kedi.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI