Baba ne kadar ölür?
Ricardo Sumalavia’nın 'Bir Kol Hikâyesi' novellası, kıta coğrafyasının siyasi, toplumsal sorunlarına da temas eden çok katmanlı yapıt olarak Hazal Akbaş çevirisiyle ilk defa Türkiye okuruyla buluştu.
Ricardo Sumalavia’nın 'Bir Kol Hikâyesi' adlı novellası, Hazal Akbaş çevirisiyle Holden Kitap tarafından yayımlandı. Özgün kurgusuyla dikkat çeken kitap, babasının ölümünün ardından aldığı gizemli bir e-posta ile babasının geçmişindeki gerçeklerin peşine düşen bir adamı konu edinmekte.
1968 yılında Lima’da doğan Ricardo Sumalavia, Peru Katolik Üniversitesi Doğu Edebiyatları Profesörü ve Doğu Araştırmaları Merkezi Müdürü. 1993 yılından itibaren kitapları yayımlanan yazarın orijinal ismi 'Historia de un brazo' olan, 2019 yılında yayımlanan 'Bir Kol Hikâyesi' adlı novellası Türkçeye çevrilen ilk eseri. İlkin Barış Şehri’nin hazırladığı kapak tasarımıyla ön plana çıkan kitap, ilk sayfadan itibaren farklı konusuyla okuru kendine çekiyor. Konuya kısaca değinmek gerekirse gövdesinde üçüncü bir kolu olan -kolcuk- bir adamın ölümüyle birlikte oğlunun babasının katil olduğunu ima eden gizemli bir e-posta alması ve bu suçlamanın gerçekliğini araştırması. Bu araştırmanın sürmesi için de yapması gereken tek şey babasının anılarına odaklanması. Babası böbrek kanseri geçirdiği, bu sebeple hemodiyaliz tedavisi gördüğü, doksan yaşını aştığı için bunamadan mustarip. Bunadığı zaman anlattığı hikâyeler ise görsel hafıza ve bilinç dışı vasıtasıyla tamamlanmakta. Öyle ki kardeşi Elias ile oğlunu karıştıran, her hikâyede oğlunun sevgilisi Tamara’dan bahseden, torunu Adolfo’yu da hatıralara dahil eden anlatılar söz konusu. Bazen de oğlunun yazdığı hikâyelerle anılarını birleştirmekte. Metnin asıl vurucu yanı da bu: Gerçek-kurmaca ayrımını ortadan kaldırması ve her anlatıda gerçeği yeniden kurgulaması yahut kurgunun yeniden gerçekleşmesi. Böylelikle adam, ilkin hacker arkadaşından yardım ister fakat buradan pek bir sonuç çıkmaz. Babasının anlattıklarını düşünmeye, onlardan bir ipucu yakalamaya çalışsa da ciddi bir ilerleme kaydedemez. Ardından kendi anılarına odaklanır. Kendi anılarından silik birtakım sahneler ona yardımcı olsa da çıkarım yapmasını sağlayacak asıl şey bir nesne olacaktır: Annesinin babası öldükten sonra ona gönderdiği eski bir albümdeki bir fotoğraf. Bu fotoğraf sayesinde kurgunun omurgasını kavrayan adam, son düğümü ise yine babasının anlattıklarıyla çözecek fakat bu son anlatıyı oğlundan işitecektir. Yine de adamın ulaştığı sonucun kesin olarak gerçek olup olmadığını bilemeyiz.
İşte bu kurgu içerisinde ilkin babalar ve oğullar meselesi göze çarpar ki bunu epigraftan çıkarmak da mümkün. Ancak buradaki babalar ve oğullar meselesi bildiğimiz tarzda baba iktidarını yıkarak kendini inşa etme şeklinde değil. Rol değişimi üzerinden. Yani babanın hem fiziksel hem de zihinsel gücünü yitirdiği zaman deyim yerindeyse bir çocuk-babaya dönüşmesi, onun bu durumu karşısındaki oğulun da baba-çocuk olması.
“Şimdiyse benim zihnimde bir resim var. Onu yaşlı haliyle, dalgın bakışlarıyla görüyorum. Babamın oğlu gibi, kardeşi ya da sırdaşı gibi de değil, babasıymış gibi hissediyorum kendimi.” (s.23)
Üstelik bu oğulun da erkek çocuk sahibi olduğunu düşünürsek işbu çocuk-baba/baba-çocuk rollerini iki babanın tek bir babaya dönüşmesi olarak okumak mümkün. Zira baba-oğul-torun üçlüsünün gerçekliği yine üçü tarafından inşa edilmekte. Şüphesiz bu inşa sürecinde hayal ile gerçeğin iç içe geçtiği anlatılar, anılar, eşya ve mekân rol oynamakta. Böyle bakıldığında gerçek hem soyut hem somut hem nesnel hem öznel hem okunabilir hem de okunamaz bir kavram olarak karşımıza çıkmakta. Özellikle de okunabilenin bir gramere sahip olması gerektiği, gramerin de anlamlı göstergelerden oluşan bir gönderim vasıtası yahut bir ifadenin uygulaması olduğu düşünülürse hem okunabilir hem de okunamaz bir gerçeğe temas ederiz. Buradan hareketle de gerçek ve gerçeklik için şu soruyu sormak mümkün: Gerçeklik dilin içinde midir, dışında mıdır? Üstelik, babanın oğlunun yazdığı hikâyeleri de anlatılarına dahil etmesi bu soruyu daha da karmaşık hâle getirecek, kurmaca-gerçek ilişkisini dallanıp budaklandıracaktır. Ki, hepsinin kurmaca bir metin içerisinde olduğu hesaba katılmazsa.
Metinde, bir yandan da hafızanın temel ayaklarını gözlemleriz: Bilinç, görsellik, eşya ve mekân. Öyle ki hatırlama eyleminin etken mi edilgen mi olduğunu sorgulamak mümkün. Çoğu zaman cansız varlıklar sayesinde hatırlama eylemini tamamlayabiliyor oğul. Böylece bizim hatırlamadığımız ancak nesnelerin bize hatırlattığı da düşünebilir. Nitekim varoluş sürecimiz boyunca eşya ve mekân bizden daha “muhafız” olarak karşımıza çıkar. Üstelik onların bu gücü ve yitimsizliği karşısında bireyin kendini güçsüz ve yitimli hissetmesi olağandır. Birçok yazın ve düşün insanı mekânın ve eşyanın hükümdarlığına ya savaş açmış ya da boyun eğmiştir. Öyle ki onlar, zamanı da eğip bükme kudretine sahip olur. Böylece reel zamandan ontolojik zamana sıçrama yapıldığını görürüz. Nitekim kitapta da ontolojik zamanla reel zamanın iç içeliğine şahit olmaktayız.
'Bir Kol Hikâyesi'nin bu düşünsel açılımlarının yanında Peru’nun siyasi iklimini ve toplumsal yapısını “sızdırdığını” da eklemeli. Siyaseti ve sosyolojiyi okurun gözüne sokmadan, satır aralarında sıkı yönetimden, işçi grevlerinden, sendikalardan, sokağa çıkma yasağından bahseden bir anlatıcı -kahraman bakış açısıyla oğul- mevcut. Öte yandan halkın siyasi sorunlar karşısındaki tutumunu görmek de mümkün. Baba’nın sendikalara flört etmek için gitmesi mesela. Yahut grevlerdeki kaotik ortamların hesaplaşmak için fırsat bilinmesi gibi. Kısaca, toplumsal bilinçten bahsetmek zor.
Kolcuk meselesine gelirsek, bunun sembolik bir anlama sahip olup olmadığını söylemek güç olsa da Baba’yı yabancılaştırdığı su götürmez. Kolcuğu gören hemşirenin korkması, Tamara’nın onu gördükten sonra kusması, aile bireylerinin kolcuk hakkında konuşmamayı tercih etmesi gibi durumlar Baba’yı ötekileştirmekte. Öte yandan kolcuğun fiziksel anlamda ve cinsellik konusunda faydalı olduğundan da bahsedilmekte. Açık seçik anılarını anlatmaktan haz alan Baba için kolcuk bu tarz bahislerde onu diğer erkeklerden üstün kılan bir övünç kaynağı olarak karşımıza çıkıyor. İlginçtir ki erkini kolcuk üstünden inşa etmekte Baba. Burası önemli bir nokta çünkü kolcuk penis-ötesi bir işleve sahip olmakla birlikte bilhassa oğulun aktardıklarından yola çıkarsak tıpkı penis gibi dürtüsel olarak eyleme geçen bir organ olarak betimlenmekte. Buna en güzel örnek ise baba-oğulun satranç sahnesi.
“Kolcuk aniden uzanıp satranç taşlarından birini tereddütle aldı. Taşı ölçüp tarttı ve oyuna devam etti. Bu küçük ve sıkı elle ilgili en şaşırtıcı şey, yaptığı hamlelerin, sanki el başka bir akla itaat ediyormuş gibi, hızlı ve kararlı olmasıydı.” (s.85)
Baba-oğul arasında iktidara dayalı bir mücadelenin yer aldığı tek somut sahnede kazanan baba olur. Ancak dikkat edilirse oyunu oynayan özne baba değil, kolcuktur. Kolcuk ondan bağımsız bir varlıkmış gibi hareket ederek iktidarını tesis eder. Kısaca, oyun gibi cinsellik gibi kavga gibi erk mücadelesinin olduğu durumlarda dürtüsel hareket ederek erki perçinleyen yarı bilinçli bir penis gibidir kolcuk. İlaveten, Baba’nın genellikle evli kadınlarla birlikte olduğunu, bundan daha çok haz aldığını söylemeli. Bu bağlamda kolcuk başka erkeğin dişisini elde etmek için de kullanılır. Kolcuk-cinsellik-erk üçgenindeki aşırılığa bakıldığında gizemli e-postadan hareketle şu soruyu sormak mümkün: Katil olabilir mi Baba? Tam da burada kolcuğun varoluşuna dair Baba tarafından yaratılan ve iştahla tahkiye edilen bir mite dönelim: Baba’nın bir ikiz kardeşi varmış, anne karnındayken onu yemiş, ikizinden geriye sadece bu kol kalmış... Kısaca kolcuğun varoluş sebebi her ne pahasına olsun erkek iktidarını korumaktır: Kadınlara ve diğer erkeklere karşı. Belki, haddini aşan bir sıçrama olacak fakat metindeki siyasi kırıntıları biriktirirsek Latin Amerika’nın Amerika destekli darbe dolu tarihi hatıra gelmez mi? Evet, on yıllar boyunca kolcukların zulmüne maruz kalan bir coğrafyayı düşünmek kanaatimce mümkün. Böylelikle kolcuk da çok açılımlı bir sembol manzumesi olarak metinde yer almakta. Yine bu minvalde bir düşünüm daha ekleyelim:
Üstteki rol değişimi tezini yanlışlarsak ve babanın yegâne iktidar sahibi olduğunu düşünürsek daha anlamlı bir okumaya ulaşabilir miyiz? Belki. Zira, babanın ölmüş olması dahi onun korkutucu olmasını engellemez çünkü kolcuğu fark eden hemşire dahi çığlığını tutamaz. Böyle düşünüldüğü takdirde Latin Amerika coğrafyası için ölü faşizmin yeniden hortlama tehlikesinden korktuğuna varılabilir. Ölü babanın saçtığı tehlike, mağlup faşizmin saldığı korku. Yitimsiz bir endişe, gerilim ve tekinsizlik.
Sözün özü, Ricardo Sumalavia’nın 'Bir Kol Hikâyesi' novellası gerek felsefi gerek edebi birçok açılıma elverişli bir metin olmakla beraber kıta coğrafyasının siyasi, toplumsal sorunlarına da temas eden çok katmanlı bir yapıt olarak Hazal Akbaş’ın yetkin çevirisiyle ilk defa Türkiye okuruyla buluşmakta. Yazarın diğer yapıtlarının da çevrilmesi dileğiyle…