YAZARLAR

Bağışlamak

Soykırımlar, katliamlar, darbe dönemlerinde tutuklanmış, işkenceye mâruz kalmış bedenler dünyanın bitmeyen felaketleri ki coğrafyamız da bunun dışında değil. Bu nedenle yaşatılanın, bir özrü olabilir mi, mümkün mü bunu düşünmek gerekiyor.

Geçmişte yaşanmış, katliam, soykırım gibi olayların “bağışlanması” üzerine düşünülmesi ve kafa yorulması gereken bir konu. Yaşanan olayların izleri öyle derin ki bunları unutmak, geçmiş olarak değerlendirmek sıkıntılı. Bu nedenle Auschwitz gibi “bağışlanamayacak” olarak tanımlanabilecek yaşanmışlıklar hâlâ bize bu konuda çok şey söylüyor. Hayatta kalanların tanıklıklarını anlattığı metinlerde de görüyoruz, geride kalan, hınç, öfke ve daha pek çok tamiri imkânsız duyguyu. Üstelik suçun faili olan tarafların genellikle “üstünlükle”, “lütufla” giriştikleri af ettirme çabaları olayı daha da içinden çıkılmaz boyuta taşıyabiliyor. Çünkü en başta bağışlanma talebi gösteren tarafın, kendisini bağışlaması gerekiyor ama çoğunlukla böyle olmuyor, geçmişi tarihin bir sayfası olarak görme veya şimdide geçmiş suçtan hayatta kalanları, başkası adına bağışlamaya ikna etme çabası, içinde çok fazla sorun barındırıyor.

Soykırımlar, katliamlar, darbe dönemlerinde tutuklanmış, işkenceye mâruz kalmış bedenler dünyanın bitmeyen felaketleri ki coğrafyamız da bunun dışında değil. Bu nedenle yaşatılanın, bir özrü olabilir mi, mümkün mü bunu düşünmek gerekiyor. Öncelikle şunu fark etmek gerekiyor ki yaşatılan sadece yukarıdakilerle açıklanamıyor. Yani olayı sadece devlet ya da iktidar suçu olarak görmek bizi yanılgıya sürükleyebiliyor. Çünkü gönüllü olarak devlet iktidarının tüm suçlarına ortak olanları unutmamak gerekiyor. Üstelik bunu vicdanlılık veya vicdansızlık üzerinden yorumlamak da indirgemeci bir anlayışa götürüyor.

Düşünmeye başlamak için belleğin inşa edilir bir şey olduğunu hatırlamak gerekiyor belki de. Bu bellek, yıllarca eğitim sistemiyle, medyayla, dini kurumlarla ve hâttâ sokaktaki insanla her temasta kurulmuş, kendisi dışında kalanı “kötü” olarak kodlayarak var etmiş bir bellek. Okul kitaplarında “düşmanın denize dökülüşünden” bahsedip bunu bir zafer gibi anlatan ama o “düşman” olarak kurulanın, insan olduğundan bahsetmeyen, savaşı âdeta şenliğe dönüştüren resmi tarihin biçimlediği öznellik halleri. Tüm bunlar bana Sema Kaygusuz’un “Barbarın Kahkahası” (1) romanının karakterleri arasında geçen şu diyalogu hatırlatıyor, kitabın karakterlerinden Okan, yumruğunu masaya indirerek şöyle der: “Türk olmak nasıl bir şey biliyor musun sen? Yok efendim Kürtlere özerklik, yok efendim Ermeni soykırımı, şimdi de son moda Dersim Katliamı! Her gün bize katil diyorlar. Balkanlardan göçerken Türklerin yaşadığı mezalimi anlayan yok tabi. İbnelik böyle bir şey işte.” Ömer’in şakağındaki damar şişti, “Ben de ibneyim o zaman, var mı abicim! Senin devletin hangimizin haklarını savundu şimdiye kadar? Bu kalleş devlet komşuyu komşuya kırdırttı be, dar dar ötüyorsun. Düşman bulmadan Türk olamıyorsun”. Bu kısacık diyalog bize yukarıda bahsetmeye çalıştığımız belleği inşa edilmiş özne hakkında çok şey söylüyor. Okan kendisini resmi tarih verileriyle donatmış, “Türk’e Türk’ten başka dost yok” şiarıyla biçimlenmiş bir karakter. Öyle ki kitabın diğer bir diğer karakteri, Ömer’in söylediği gibi: “Düşman bulmadan Türk bile olamıyor.” Çünkü öyle belletilmiş, o da öyle olmaya ikna olmuş. Her gün karşılaştığımız bakkal amcamız Okan, taksici ağabeyimiz, milli tarih dersi hocamız. İşte “bağışlama, af, özür” gibi konuları konuşurken bu yatay hattı es geçmememiz gerekiyor. Her şeye yukarıdakilerin gözüyle bakmaya alıştırıldığımız bir ortamda bellek, yüzleşme gibi konuları konuşurken, sadece devletler ve iktidarlar üzerinden tartışmak sorunlu. Tabanda oluşturulan nefreti de görmek gerekiyor. Çünkü yaşanan ve yaşatılan sadece tepedekilerle sınırlı kalmıyor. Ve sonuç şöyle bir şeye çıkıyor; “Bize benzemeyen parçayı görünce koparmak istiyoruz” (2)

Böyle bir belleğin oluşturulmuş olması bizi başka bir yere daha götürüyor o da başkasına düşmanlığın bir görev hâline gelmesi. Çok yakın tarihte tanık olduğumuz, Kürt mevsimlik işçilere saldırı, Alevilerin evlerinin işaretlenmesi, göçmenlere yönelik şiddet, ayrımcılık, dışlanmışın bedenine yönelik akıl almaz işkenceler gibi arttırabileceğimiz pek çok örnek, “bize benzemeyen parçayı koparma” arzusu…

Anlatmaya çalıştığım tüm bu yaşananlar üzerinden bir gün yüzleşme üzerine konuşulduğunda, toplumsal belleği yaralayan olayların sadece yukarıdakiler üzerinden konuşulmaması gerektiği. Öncelikle sanırım daha önce bahsettiğimiz kitabın karakteri Okan gibi, varlığını kendisine düşman bularak ortaya koyanlar üzerine düşünmek gerekiyor çünkü bizim asıl meselemiz yukarıdakilerden çok yatayda olanla ilişkileniyor. Ve af, bağışlama, özür söz konusu olduğunda zulme uğrayanın “bağışlaması”ndan söz ederken, bunun sadece yukarıdan yapılan düzeltmelerle olamayacağını görmek ki şu an konuşulduğu bile yok. Ama dile pelesenk olan barış kelimesini anlamlandırmak için bunların hatırda tutulması gerekiyor.

Bağışlama, bağışlanma ve af dileme konusunu konuşmanın kolay olmadığını, bellek ve yüzleşmeden bahsederken havada kalan cümlelerimizin altının doldurmamız gerektiğini düşünüyorum bu nedenlerle. Bu konunun ne kadar çetrefilli olduğunu, Derrida’nın “Bağışlamak” (3) metninden de görebiliriz. Derrida konuyu iki taraflı ele alır. Bağışlamanın imkânlılığı-imkânsızlığı bazı suçların zaman aşımının olup olamayacağı. Derrida, Jankélévitch’in Hitler’in suçlarının ve insanlığa karşı işlenen suçların, zaman aşımına uğraması üzerine 1964’te Fransa’da yapılan tartışmalar bağlamında yayımlanan, “Pardonner” kitabı üzerinden tartışır meseleyi. Kendisi bu metnin haklı tarafları olduğunu kabul etse bile sorunlu yanları olduğuna dikkat çeker. Jankélévitch’in genel argümanı sanırım şu cümle ile ifade edilebilir “Bağışlama ha iyi de onlar bizden hiç af diledi mi ki? Bağışlamaya bir anlam ve varlık sebebi verecek tek şey, suçlunun ıstırabı ve terk edilmişliğidir”. Derrida, bu söylemde önemli bir noktayı hatırlatır. Af o zaman dilenen bir şeyse aynı zamanda bahşedilen bir şey haline gelmiyor mu? Yani bir affedilme durumunu kabul edebilmemiz için illa ki “kurbana” olayı yaşatanların, “acı” ve “ıstırapla” lütufta bulunması mı gerekiyor? Sanırım bu konuda benzer sorular sorabiliriz. Çünkü ortada “bağışlanamayacak” kadar ağır bir suç varsa ve kurbandan af dilemesi beklenen, sen bunu talep etmeden bunun mahcubiyetini duymuyorsa, bağışlanmanın ve bağışlamanın ne anlamı kalır. Bu karşı taraftan af talep etmenin bir sorunlu yanı daha var ki Derrida bu konuya şöyle dikkat çekiyor: “Bağışlama ancak olanak-sız olanı yapmaya ve bağışlana-maz olanı bağışlamaya çağırdığı zaman anlam kazanır ve kendi bağışlama olanağına kavuşur”. Katliam ve soykırım gibi konularda bağışlama, “olanaksızlığı” içinde taşır ve bağışlanmak isteyenin öncelikle bunun farkında olması gerekir, bağışlanma talebinin kendi kendini çağırması da ancak yatay ve eşit ilişkiler düzeyinde gerçekleşebilir. Çünkü geçmiş suçların bağışlanması yaşayan açısından düşünüldüğünde imkânsızı imler, zulme asıl maruz kalanın sözü yoktur, ölüler adına hayatta kalandan talep edilenin imkânsızlığı da burada başlar, bu nedenle Derrida şu cümleyi kurar: “Zira daima başkası adına (demek ki istismar ederek) bağışlamaya mahkûmuz”.

Ayrıca, herkesin konuşulan suç neyse ona maruz bırakılanı asla anlayamayacağını kabul etmesi gerekir. Auschwitz tanıklıklarını anlatan ve hınç duygusuyla haklı olarak baş edemeyen Jean Améry’nin söylediği gibi: “İnsan işkenceden söz ediyorsa, ağzına çok büyük laflar almaktan kaçınmalıdır.” (4) Öyledir, çünkü bunun anlamı yine Améry’nin ifadesiyle şudur: “Polisler tarafından dövülen birinin insanlık haysiyetini yitirip yitirmediğini bilmiyorum açıkçası. Ancak tepesine inen ilk darbeyle birlikte, belki şimdilik dünyaya güven diye adlandırabileceğimiz bir şeyi kaybettiğinden eminim. Dünyaya güven.” Yaşatılanlardan dolayı “dünyaya güveni”ni kaybetmiş, varlığı tamiri imkânsız şekilde yaralanmış olandan, bağışlanma talebi de bu açıdan sorunludur. Bu bir talep ilişkisi olmaktan çıkarsa ancak biraz anlamlı olabilir ki Derrida şuna dikkat çeker: “Bir bağışlama sahnesinin olabilmesi için, böyle bir olayın yalnızca bir olay, vuku bulan bir şey, nötr ve kişisiz bir olgu olması gerekir” bu da çok zor, tarafların olmadığı, ilişkisiz bir ilişki biçimi, kendiliğindenlik. Ama imkân üzerine de düşündürüyor çünkü bu durum kolaylıkla iktidar ilişkisine dönüşebilecek bir barış sahnesini siliyor, lütuf içerebilecek tavrı, eşitsiz ilişki biçimlerinin ortaya çıkmasını, birilerinin öncü rolüne soyunup başkası adına bağışlamasını engelliyor.

Bellek ve yüzleşme her gün kurduğumuz pek çok cümlenin içinde yer alıyor, tanıklık konumu sığınağımız oluyor bunlar elbette önemli ama görüyoruz ki belleğimize sahip çıksak da, yüzleşmeyi başarsak da bağışlamak veya bağışlanmak hiç kolay bir mesele değil. Çünkü ölülerin sesini duyamayız, yaşatılanı nasıl hissettiğini bilemeyiz daha da önemlisi bağışlayacaklarından asla emin olamayız bu nedenle şimdide ne yapabiliyorsak yapmak gerek, yoksa utanmak da, vicdan azabı da, suçluluk hissi de hiçbir şeyi kurtarmayabilir.

Dipnotlar

  1. Kaygusuz, S. (2015), “Barbarın Kahkası”, s. 71-72 İstanbul: Metis Yayınları.
  2. Birinci dipnot, s. 88.
  3. Derrida, J. (2015), “Bağışlamak”, (Çev. Murat Erşen), s. 29- 33- 40- 88, İstanbul: Monokl.
  4. Améry, J. (2015), “Suç ve Kefaretin Ötesinde, ‘Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri’”, s. 40-47, (Çev.
    Cemal Ener), İstanbul: Metis Yayınları.

Emek Erez Kimdir?

Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.