Bağnazlar ve cellatlar
Örgütüne, cemaatine, liderine bağlılık ve itaatın kişileri ve toplumu kurtuluş ve gelecek adına getirdiği yer, karanlık bir uçurumun kenarındaki boğazlaşmadır sadece.
Hayal kırıklığına uğramış bir insan için aşırılıklar bir sığınak işlevi görür. Aşırı inançlı kişiye göre hayal kırıklığının asıl sorumlusu bütün dünyadır ve o dünya yerle bir olmadan ruhu huzur bulmayacaktır. ‘Ütopya’ ve ‘dava’ bunun için icat edilir. Bir peygamberin veya geniş kitleleri kendi amaçları için peşinden sürüklemiş bir liderin üstü biraz kazındığında, altından muhtemelen nefreti bir öğreti haline getirmiş bir bağnaz çıkacaktır. Tarih, bütün tutkulu katilleri ya kahraman ya merhamet elçisi ya da peygamber olarak yansıtma eğiliminde olmuştur her zaman. Kafasında dağ gibi hırslarla dolaşmayanlar da zaten tarihin ilgisinin dışında kalmıştır. Tutkularını sonuca götürenlere gözü kapalı peygamber veya ‘tarihi kahraman’ payesi verilirken, tutkulu ama yerinde sayanlara ise mürit ve adanmış kişi denilir! Eğer ölmüşse, kafasına ‘şehitlik’ tacı konulur! Her hırslı kişinin içinde potansiyel bir cellat yuvalanmıştır. Hükmetme arzusu öldürme güdüsüne çok da uzak değildir. Kafası aşırı inançla alevlenen bütün kişiler kendilerini şiddet ve savaşla var etmek isterler. Düşmansız yaşayamazlar. Düşmanları yoksa da icat ederler. Ki dünyaya nefretle bakanların düşmanlarının olmaması zaten mümkün değildir.
Sıradan insanın hayal kırıklığını besleyen genellikle değersizlik duygusudur. Benliği yara bere içindedir. Herkes ona karşıdır. Dünyanın kusup bir köşeye attığı kişidir. Birgün eline bir güç geçirirse, dünyaya gününü gösterecektir! Bu yüzden bu amacını gerçekleştireceği ve kendini ait hissedebileceği bir arayışa girer. Bu dini bir cemaat olabileceği gibi, milliyetçi veya devrimci bir örgüt de olur. Kişiliği bir uçtan diğer uca savrulmaya müsaittir. Kim erken davranırsa onun safında yer alır. Faşist veya mücahit olma potansiyeliyle, devrimciliğe meyletme hevesi neredeyse eşittir. Kudretli, aynı zamanda dehşet salan, fazlasıyla bağnaz ve başına buyruk bir liderin peşinden gitme eğilimleri çok güçlü olur bu kişilerde. Gerçeğe değil, mücizelere bel bağlarlar. Yollarını taklitçilikle bulmaya çalışırlar. Bir grubun içinde yer almak, ‘kutsal’ bir davanın takipçisi olmak bu kişilerin benlik yaralarına bir tür merhem olur. Canetti, Kitle ve İktidar kitabında şöyle der: “Birey, kitlenin içindeyken kendi kişiliğinin sınırlarını aştığını hisseder. Bir tür rahatlama hisseder, çünkü onu kendisine döndüren ve içine kapatan mesafeler artık aradan kalkmıştır… Birey, daha önceden de kendinin hapishanesi durumundadır ve kitlenin dağılmasından sonra da içine döneceği hapishanesinden nefret eder. Çıplak kitleye her şey Bastille gibi görünür.”
Bu kişi normal hayatında hiçbir zaman bir baltaya sap olamayacağını düşündüğü için, kendini körü körüne içine attığı grubu bir kurtarıcı olarak görür. Kendi içinde de bir ‘kurtarıcı’ olduğunu keşfetmekte gecikmez. Kişiliği bir bakıma paradokslar cennetidir. Alçaklık ve yüce gönüllülüğü aynı kalpte tutmanın mümkün olabileceğini göstermenin bir numunesi gibidir. Dünyaya kafa tuttuğunu kanıtlamaya çalışırken, içindeki aşağılık duygusuyla ne yapacağını kara kara düşünür.
Onun aslında içinde bulunduğu zamandan bir beklentisi yoktur. Hatta onu kötülemeye bile çalışır. Bir bağnaz gruba veya cemaate katıldığında içten içe hayatının değişebileceğini de düşünür ama hayat, şimdide değil, gelecektedir. Öngörülen geleceğin ufkunda her şey harfi harfine yazılıdır ve reçete edilmiştir çünkü. Şimdiki zamandan umut kesilmelidir. Şimdiki zaman bütün kötülüklerin anasıdır. Yoksulluk, imkansızlıklar, ahlaki düşkünlükler hep bugünün eseri olarak o kişiye ezberletilir. O kişi de zaten bunları kabul etmeye, çabucak özümsemeye doğuştan yatkın gibidir. Şimdide yaşamaya gerek olmadığına göre, hayattan keyif almak, inancı zayıf kişilere mahsustur…
İçinde yer aldığı gruba, cemaate, örgüte tam bağlanamayanlar, ya münafıktır ya da düşkündür. Hayattan zevk almak kötü ve çirkin olup çıkar bu durumda. Cinsellik şeytanın işiyle bir tutulur. Kadın, baş belası yoldan çıkarıcıdır o zaman! Oysa o kişinin aşırı inanç sahibi olmasının en önemli nedenlerinin başında, yanıp tutuştuğu halde ulaşmayı başaramadığı kadın ve cinsellik gelir. Bir aşırı inançlı kadın için de benzer nedenler bu sonuçlara yol açar. O da bir sevgi açlığı çekmiştir. Tutulamayan bir erkeğin elinin yerini, içinde yer aldığı grubun veya liderin gerçek hayatla hiçbir bağı olmayan sloganlarının karalandığı bir bildiri doldurur. Veya öteki dünyaya havale edilmiş bir yaşamın kurutucu tahayyülü.. Merhamet duygusu, kişinin inancının bozulmasıyla eş tutulur. Doğa sevgisi bile zararlı ilan edilir. Kısacası yaşam değersizdir. Ölümün yüceltilmesi tam da burada başlar. Var olmak ölmeye bağlıdır. Yaşamı küçümseyen, insan hayatını hiçe sayan, geçmişi olabildiğince çarpıtıp, gelecekteki hayatı idealleştiren bütün öğretilerin sadece eli kanlı değil, absürttür de. Ölmeyi emrettiği insanlara geleceğin güzel olacağını vaaz eder çünkü! Gelecekte yaşam güzel olacaksa da, o kişi olmayacaktır! Kendi bünyesinde yer alan kişilere hükmedenler elbette bu mantıksızlığın farkındadır ama zaten kurdukları yapılar bu mantıksızlık olmadan ayakta da kalamayacaktır.
Sadece sıradan insanların değil, yetenekli ama zamanla içlerindeki yaratıcı gücü kaybeden kişilerin de kendilerini bu akıldışılığın rüzgarına kaptırdığı görülür. Kesin İnançlılar adlı kitabında Eric Hoffer, bu durumu şöyle anlatıyor: “Kişilerin yaratıcı güçleri kayboldukça, bir kitle hareketine katılma eğilimlerinin gittikçe arttığını görmek ilginçtir. İçindeki yaratıcılığın gittikçe kuruması nedeniyle gerileyen yazar, sanatçı, bilim adamı er geç ateşli vatanseverler, ırkçılık simsarları ve mukaddesatçılar kamplarından birine sürüklenecektir.”
Bu grup ve cemaatlerde kişiler ağızlarıyla kuş da tutsalar, her zaman içleri suçluluk duygusuyla doldurulur. Bu kişiler olmayan suçlardan bile kendilerini sorumlu tutmaya göre kurulmuşlardır. Suçluluk duygularıyla yanıp kavrulanlar ise kendilerini hep kanıtlama derdine düşerler. Bir fasit dairedir bu. Kendini kanıtlamanın en kestirme yolu ise ölmektir. Değersiz canı öldüğünde yüceltilecektir. Bir dini grupta ise en büyük ödül zaten cennettir. Kendini adama gibi görünen bu ölme istemlerinin altındaki bencilliğin üzerine ise ‘şehitlik’ cilası çekilir. Seküler olduğunu iddia eden grup ve örgütler de ‘şehitliğe’ sığınır. Şiddet ve kan dökücülüğü meşrulaştıran ne varsa dört elle sarılmaları, bu grup ve örgütlerin insan hayatını sadece bir araç olarak gördüklerinin bir ispatı olmanın ötesinde bir anlam taşımaz. Örgütüne, cemaatine, liderine bağlılık ve itaatın kişileri ve toplumu kurtuluş ve gelecek adına getirdiği yer ise, karanlık bir uçurumun kenarındaki boğazlaşmadır sadece. Allah büyüdükçe kul küçülür. Mürit hiçleştikçe, ait olduğu cemaat dev bir kara delik haline gelir.
Şimdiyi horgörmeyi öğreten liderlerin gelecekte kurmak istediği toplum, cehennemden ilhamını alabilir ancak. ‘Olağanüstü’ kahramanlara hayranlık duyanlar, kendi sefaletinin farkına varmaz. Tarihte saldığı dehşetle anılan Haşhaşilerin lideri Hasan Sabbah, kendi fedailerine sahte bir cennet yaşatırken, tam olarak hayal ettiği böyle bir toplumdu. Selçuklu veziri Nizamül-mülk’e İran’ın Nihavend kentinin bir sokağında, kafasındaki alevli fikirlerle zehirli hançeri saplayan Haşhaşi fedaisi, ayağına serilecek olan cennetteki hurilere kavuşmak için böyle bir toplumun gerçekleşmesini bile beklemek zorunda olmadığına inanmıştı. Hamas veya Hizbullah mücahitini cennete götürecek yol, Yahudi cesetleriyle döşelidir… Miloseviç’e göre devletin birliği, yüzbinlerce suçsuz insanın ölmesinden daha önemlidir…
Robespierre, Fransız Devrimi daha sonuca varmadan, kafasındaki aslında distopya diyebileceğimiz bir toplumun temellerini atmakla uğraşıyordu. Danton, Marat, Camille, Maximilien bu uğurda, giyotinde can verdiler. Neredeyse hepsinin de ceplerindeki ölüm listelerinde birbirlerinin adları yazılıydı. Karşı-devrimler kadar devrimler de çılgınlık anlarıdır. Zincirlerinden boşalmış kalabalıklar bir sel gibi akar ve önüne gelen ne varsa yutar. Çünkü o zamana kadar dişlerini sıkarak, huzursuzluk içinde yaşamışlardır. Din sadece teskin eder, acıyı, ızdırabı ortadan kaldırmaz. Parlak vaatlerin ömrü sınırlıdır. Herkesi gelecekteki güzel günlere inandırmak ise çok zordur. Tarihte kan dökülerek elde edilen zaferler özgürlükleri değil, sadece mezarlıkları büyütmüştür.
Dünyanın kaderini tayin eden tek tanrılı dinlerin ortaya çıktığı Ortadoğu’da insanlık üç bin yıldır huzur yüzü görmediyse, bunda ödül ve ceza beklentisinin, başka bir deyişle cennet-cehennem tasvirinin rolü belirleyici olmuştur. Cennet de cehennem de aslında insanın hayal dünyasına karşı yapılmış bir suikasttır. Ceza ve ödül arasında salınıp duran bir insan düşünce üretemeyeceği gibi, hayal de kuramaz. Hayal kurmasına da gerek yoktur zaten. Her şeye onun adına karar verilmiştir önceden. Ona düşen kendi cennetini hak edecek eylemlerin içinde bulunmaktır. Bu zincir hoş görüsüzlükten başlar, cennet uğruna kafa kesmeye kadar uzanır. Oysa zaten bu eylemleriyle öteki dünyaya gerek kalmadan, bu dünyada cehennemin de kapılarını açmış olur. Kan dökme, şiddet ve aşırılık herkesi esir almaya başlar. Buna devrimci örgüt ve gruplar da dahildir. Kim başvurursa vursun, intihar bombacılığı bir dinsel aşırılıktır. Kendisiyle birlikte onlarca, belki yüzlerce insanın canına kıyan bir canavarlığın nasıl bir gelecek tahayyülü olabilir? Katletme eylemiyle özgürlük nasıl yan yana durabilir? Kendi bedenini alevlerin arasında eritmenin kökeninde de bağnaz, savaşçı ve kıyıcı bir din düşüncesi yatmaktadır.
Toplum, bazı dönemlerde kendi güçsüzlüğünün üstesinden gelmek için, onun mahvına yol açacak liderlerin peşinden gider. Yaşadığı çekilmez hayatın hesabını, ardından gittiği lider aracılığıyla soracağını düşünür. Liderin gücünü kendi gücü olarak görür. İktidar sarhoşluğuyla havalanan liderde kendi uçuşunu görmeye başlar sonunda. Ayağındaki yırtık çorap ve içinde örselenmiş benliğiyle, onun asıl mahvına yol açan militarist palazlanmaya ve kendisini yönetenlerin şatafat içindeki hayatlarına methiyeler dizmekten geri kalmaz. Bu durumlarda aşırı inanç kitleselleşmiştir. Dar bir grup, cemaat ve örgütten bütün topluma yayılmıştır. Aşırı inançlı grup, örgüt ve devletlere hükmedenlerin asıl amacı da budur zaten. Ermeniler önce düşmanlaştırıldı, sonra katli vacip diye Mezopotamya çöllerine sürüldü. Nazi Almanyası Yahudileri bir av olarak gördü. Aşırı inancın mutlak keyfilik ve zalimane duygularla birleşmesinin çarpıcı bir örneği olan Saddam Hüseyin, 1988 yılında Halepçe’de binlerce Kürt insanının zehirli gazlarla öldürülmesini emrettiğinde, kafasında Arap şovenizminin alevleriyle iktidarını yıkılmaz kılacağından belki de çok emindi. Asıl felaketler, aşırı inançlı kişilerin güç ve iktidarı ele geçirmesiyle başlar her zaman. Mesela dünyayı ve siyaseti kendi bağnazlığının oyun sahası, insanları ve toplumu kurbanlık koyunlar gibi gören biri için Şam’ın Emevi Camisi’nde öğlen namazı kılmak, bir ülkenin iç savaşla yerle bir olmasından, yüzbinlerce insanın ölmesinden daha önemlidir. Yakın zamanda IŞİD, devletler düzeyinde destekçileriyle, bütün Kürtleri haritadan silmek istedi. Bir IŞİD üyesi için cennetin anahtarı, kendisine benzemeyenlerin cehenneme gönderilmesinde gizlidir. Bunun için her şey mübahtır. Zaten ezelden beri Kürtler şeytanın kavminden sayılıyordu nasıl olsa! Aşırı inançlı birine göre dünya onlar ve biz diye ayrılır. Kendisine benzemeyen herkesi ötekileştirdikçe, hatta öldürdükçe güçlendiğini hisseder. Onun benzini düşmanlaştırmadır.
Aşırı inancın kök salmaya başladığı kitlelerin atom bombasından daha tehlikeli olduğu tarihte defalarca kanıtlanmıştır. Devlet mekanizmasını ele geçiren bir aşırı inanç sahibi kişi, kelimenin asıl anlamıyla bir bağnaz, kitleselleşen bu fanatizmi sadece kendi sınırsız iktidarı için kullanır. Böyle dönemlerde toplum zıvanadan çıkar, bütün kurumlar çöker, paranoya ve çılgınlık herkesi esir almaya başlar. Hukukun yerini keyfilik alır. Zorbalık ve kıyıcılık yasa haline gelir. Lümpenler, asalaklar ve din tacirleri baş köşeye oturtulur. Cahilin alim olduğu bir yerde, şarlatanlar aksaçlılar katına çıkarılır.
Bağnaz, hastalıklı, ağzı aşırı inançla köpürenlerin inşa etmek istediği bir toplum sadece kitlesel şiddet, ahmaklık, cinnet ve eşi görülmemiş bir adaletsizlik üretir ancak. Bu durumu yaratan da kitlelerin kendisidir. Stefan Zweig Calvin’e Karşı Castello adlı eserinde bunu şu sözlerle anlatıyor: “Sürekli telkin yeteneğine yenilen insanlık, hiçbir zaman sabırlı ve adil olana bağlanmamış, tersine kendi gerçeklerini olanaklı tek gerçek, kendi iradelerini dünya yasasının temel formülü olarak açıklama cesaretini gösteren büyük monomanlara (tutkulu, saplantılı, bir düşünce veya amaca aşırı düşkün, tekçilik) tabi olmuştur.”
Kurtuluş, sanıldığının aksine, bağnaz, tepeden tırnağa büyüklük hastalığını kuşanmış aşırı inançlı lider ve kişilerin eliyle gelmez. Tam tersine toplumlar bunlardan kurtularak selamete erebilir ancak. ‘Kurtarıcıların’ sahte cennetine giden yolda sadece bitmek bilmeyen savaşlar, ölüm, yıkım ve tekrarlayan aldanışlar vardır. İnsan boynundaki değirmen taşıyla gökkuşağına doğru koşamaz.