Baha Batıkan: Zalimlerin çarkı, cahillerin çalışmayan kafaları ile döner
Baha Batıkan’la 'Eril, Dişil ve Ötekiler' kitabını konuştuk. Batıkan, "Her dönem zalimlerin çarkı, cahillerin çalışmayan kafalarıyla döner. İrdelemediğimiz sürece o çark dönmeye devam edecektir" dedi.
Caner Almaz
DUVAR - Arkeolog ve eskiçağ tarihçisi Baha Batıkan'ın 'Eril, Dişil ve Ötekiler' kitabı, Beyaz Baykuş Yayınları tarafından yayımlandı. Batıkan kitapa, cinselliğe bakışın tarihi ve bugünü nasıl şekillendirdiğini gün ışığına çıkarıyor.
Baha Batıkan’la kitabının hazırlık aşaması ve günümüz eril iktidarının kökenleri üzerine konuştuk.
'Eril, Dişil ve Ötekiler' kitabınızda eril iktidarın çağlar boyunca inşasını irdeliyorsunuz. Böyle bir çalışmayı arkeolojik araştırmalar ve ilk çağlar üzerinden irdeleme fikri nasıl doğdu?
Eril, dişil ve ötekiler üzerine yazma arzusu, günümüz davranışları ve zihniyetinin kökenini ortaya çıkarma isteğinden kaynaklanıyor. Böyle bir yaklaşım, ister istemez bizleri düne götürüyor. Bir eskiçağ tarihçisi ve arkeolog olarak soru sormaya başlıyorsunuz. "Neler yaşadık, nerelerden geldik?" sorularından ziyade aklınızı “Kim, kime hizmet ediyor?” kurcalıyor.
Tüm bu irdelemelerin sebep olduğu kişiler, tarih boyunca gördüğümüz tanrısal krallar, yüce imparatorlar, kanlı şanlı yöneticiler değil, günümüzde 'erkek sözü' verenler, 'adam gibi adamlar', 'karı kılıklılar', 'erkek Fatmalar', 'kız kısmı' gibi yakıştırmalar yapanlar ve hatta kalkıp kendi suyunu bile almayan babalardır.
Kitabı yazarken faydalandığınız kaynakların birbirinden farklı disiplinlere ait olduğunu görüyoruz. Eril, dişil ve öteki kavramları üzerine çalışırken dikkat ettiğiniz noktalar nelerdi?
Ekmek dediğimiz zaman, emekli amca “çok pahalandı” derken, emekçi arkadaş “taştan çıkarıldığını” söyler, komşu teyze ise yere düşünce öper. Biz arkeologlar ise, "Kültürlenme, kentli olma, şehirleşmenin temelleri bilindiği gibi neolitik dönemde atılmıştır" diye başlarız konuşmaya. Susmayız ve devam ederiz, "Avcı, toplayıcı özelliklerini bırakan insan toprağa bağlanmış, üretime başlamıştır. Özellikle öküzü evcilleştiren, sabanı bulan ve tahıl üretmeye başlayan insan, günümüze dek gelecek ekmeği koymuştur sofrasına" diye 'kısa' bir giriş yaparız. "Sümerler, Mezopotamya kültürünün temellerini atmışlar, tarımla uğraşıp ekmek tüketenleri 'medeni' saymışlardır" deyip medeni, Medine gibi etimolojik konulara gireriz. "Temel besin maddesi olan ekmeğin, yazılı metinlerinde sıkça kullanılmasından, bu gıda maddesinin dini ve kültürel hayatlarında ne denli önemli ve vazgeçilmez olduğunu anlamak mümkündür" deriz. "Göçebe özelliğini bırakan insan ve göç hakkında konuşmak için coğrafya ve yerleşim stratejileri, buğdayın geçirdiği evrim, hayvanın evcilleştirilmesi tartışılırken elbette flora ve fauna bilgisi gerektirir."
Bitmez söylenecekler. Ekmeğin çivi yazılı belgelerde geçmesinden, tapınaklarda pişirilmesine varır konu. Tapınaklar ve fırın tiplerini konuşurken mimari elemanlar girer devreye. Bu noktada, tanrı adına sunulan malları tüketen, “ekmek elden su gölden” tapınak görevlileri gelir aklımıza. Tapınakların geçim kaynakları ve nasıl bir nevi ilk bankalar olduğunu tartışırız. Ekonomik yaptırımları, kapitalizmi, aramız iyi olmasa da sayıları konuşuruz. Tanrılara yapılan sunumlardan, cenaze yemeklerine, görsellerdeki ekmek betimlemelerine, ekmek mayalayan tanrıçaya ulaşır sohbet. Sanattan, adetlerden, gelenek ve göreneklerden haberdar olmamız gerekir. Ve en sonunda yere düşen ekmeği öpen teyzenin niye öptüğünü, dini kökenini ve hatta psikolojisini irdeleriz. Gastronomi geçmişi, mutfakların kültürel etkileşimlerine girmeyeceğim bile. Tarih bilgisi, antik çağ yazarları ve eserleri, mitoloji, sanat, yazılı belgeler, ölü diller zaten vazgeçilmezimizdir. Sonuçta övünmek gibi olsun, biz arkeologlar çok yönlü olmak zorundayız, bu da farklı disiplinlerle buluşma mecburiyeti getirir.
Günümüzde kadının toplumdaki yeri ve cinsiyet eşitsizlikleri düşünüldüğünde kitabınız gibi çalışmaların yapılması çok kıymetli. Günümüzden geleceğe baktığımızda gelecek nesillere daha eşit bir toplum yapısı miras kalması için sizce neler yapılmalı?
Bazen bıkkınlık veya sıkkınlık kulağa olumsuz gelse de değişimi tetikler. Değişim insanın doğasında olsa da, doğada evrimleşme hariç değişimi pek göremeyiz. Ve elbette bazı kavramlar dile gelmez, öyle gelmiş öyle gider. Aslan grubu avlandıktan sonra önce erkek aslan, sonra dişiler ve ardından yavrular avlarını yer ama sürüde bu konuşulmaz, bunun lafı dahi olmaz. “Neden önce ben yemiyormuşum!” diyen bir yavru aslan çıkarsa ortaya, ileride o sürünün başı olacağı kesindir, bu denemesinden sonra hayatta kalırsa tabii. Ya da erkek aslana bir diğeri “Sen şimdi yemeği bana ver, az ye, karşılığında öldükten sonra daha çok yiyeceksin” demez, diyemez! Ayrıca unutmamak gereken; avlanan aslan dişidir, tüm gün yan gelip yatan ve yemeği ilk yiyen erkek aslan değil. Ve sonunda dilimize “ormanlar kralı aslan” olarak yerleşir ki o, doğanın tam içinde olup, doğanın dilinden konuşandır. Ancak biz insanlar bu doğaya ait değiliz. Artık bırakalım da ilk yemeği yan gelen yatan, bizi “güya” kötülüklerden koruyan değil, emek veren yesin. Zaten hatırlayalım aslan ormanda bile yaşamaz, bıktık 'Ormanlar Kralı Aslan' hikayelerinden…
'BENİ EN ÇOK 'BÜKÜLMEYEN KULAKLAR' UMUTLANDIRIYOR'
Kitabın bazı noktalarında geçmişte doğal karşılanan ritüellerin günümüz modern toplumunda artık tabu ve yasak görüldüğünü, insanlığın modernleşme serüveninde dinin kullanılış biçimlerinin çoğunlukla eril iktidara hizmet ettiğini dile getiriyorsunuz. 21. yüzyılda günümüz koşullarını düşündüğümüzde modernleşme yolculuğumuz sizce ne durumda?
Kitapta da bahsettiğim gibi; kurnaz iktidarın tutumu hâlâ devam etmekte ve hatta bu hikayeleri dinleyen, uygulayan insanlar bulabilmektedir. Her dönem zalimlerin çarkı, cahillerin çalışmayan kafaları ile döner. İrdelemediğimiz sürece o çark dönmeye devam edecektir. Günümüzde çocuklar aileye ait bir cihazı, mesela bir saati söküp dağıttığında, minik çarkları ortaya döktüğünde, hemen “dahi” sıfatını alıp takdir toplamaktadır. Kanımca, kimi zaman kibirli gençler yetişse de gelişkin ve olumlu bir zihniyettir.
Bizler “karıştırma bozarsın” azarları ile büyüdük. Dağıtılan cihazın sonunda aldığımız övgü değil terlik, kimi zaman da bükülen bir kulak olurdu. “Dahi” değil, “yaramaz” olurduk. Çok büküldük durdurulduk, incelemeyelim, karıştırmayalım diye. Sorduğum sorular karşısında, “çok bırkalama, iyi değildir!” derdi sevgili babaannem. Yararlı bilgi zaten bize hazır halde verilmişti, yaramazı kim ne yapsın! Sonuçta, beni en çok “bükülmeyen kulaklar” umutlandırıyor. Bırkalamak iyidir…
'ERİL İKTİDARIN KADINI BASTIRMASINA KİMİ ZAMAN KADINLAR DA HİZMET EDER'
Günümüzde kanıksanmış ve bilinçaltlarına işlemiş toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin sonlandırılması için kavramların anlamlandırılması ne denli önemli? Geçmişten günümüze bakıldığında bu eşitsizlik dil boyutunda ne kadar giderilmiş diyebiliriz?
Göbek bağımız ile sabitlenmişçesine süren eşitsizlik kavramı, dil boyutunda giderilememiş ve günümüzü şekillendirmiştir. Bilindiği üzere pek çok kültürde plasenta ve doğum kordonunun gömüldüğü yerin, doğan çocuğun geleceğini etkilediğine inanılmaktadır. Çocuk “evcimen” olsun diye göbek bağı dolap ya da sandık içinde evde saklanır. Kimi göbek bağını "çok uzaklara gitmesin" diye beşiğine asılı tutar, kimi "okusun, büyük adam olsun" diye okul bahçesine, kimisi de "devlet adamı olsun" diye devlet dairelerinin yakınına gömer. “Dindar” olması için cami avlusuna gömüldüğü de bilinmektedir. Anadolu’nun bazı yerlerinde, "sesi az çıksın, kocasının karşısında çok konuşmasın" diye kız bebeğin göbek kordonu kısa kesilir.
İlginç olan, göbek kordonunu kesenler, genellikle ebelerdir. “Sesi az çıksın” diye kısa kesen de yine bir kadındır. Eril iktidarın kadını bastırmasına kimi zaman nedense kadınlar da hizmet ederler. Koyun sürüsü içinde “kara koyun” olma korkuları sonucunda, “kuzucuk” olur çıkarlar meydana. Haksız da değiller aslında, hâlâ zordur “sesinin çok çıkması”, bir tarafta kurt, öteki tarafta çoban ne de olsa…
Hazırlığında olduğunuz başka kitaplar var mı?
'Eril, Dişil ve Ötekiler' kitabında, ruhumuzu onaran, umut veren hikayeler, neredeyse yok denecek kadar az. Anlatılanlar, haksızlık, şiddet, mahkumiyet, acı ve despotluk içermekte. Ancak üzerinde çalıştığım iki kitap bizleri daha çok gülümsetecek, şaşırtacak tarzda. Umarım keyifle okursunuz.